Furkan Berkay Özcan & Baha Hıncal Nazsız
Dr. Elvin Abbasbeyli, 1980’de Azerbaycan’ın Neftçala rayonunda dünyaya gelmiştir, ilk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamlamıştır. Bakü’deki Azerbaycan Diller Üniversitesi Fransız Dili Mütercim-Tercümanlık Bölümü’nden mezun olmuştur.
2000’de Fransa’nın Azerbaycan büyükelçiliğinde staj yapmış ve dönemin Fransız büyükelçisi için tercümanlık görevini üstlenmiştir. Ardından Fransa’ya gitmiş ve Strazburg Üniversitesi’nde iki yüksek lisans ve doktora yapmıştır. Doktora tezi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki dragomanlar (tercümanlar) ve 1774 yılında Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasında imzalanmış Küçük Kaynarca Antlaşması üzerinedir. Dragomanlar hakkında 2014’te yazdığı bir makale AIIC tarafından 30’dan fazla dile çevrilmiştir.
Uluslararası Konferans Tercümanları Derneği’nin (AIIC) ilk Azerbaycanlı üyesidir. Fransa Cumhurbaşkanı ve Hükûmeti, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi nezdinde akredite tercüman olarak görev almaktadır. Türkçe, İngilizce ve Rusçadan Fransızca ve Azerbaycan diline simultane tercüme hizmeti veren Dr. Abbasbeyli ayrıca Almanca, İspanyolca, İtalyanca gibi dillerden yazılı çeviri yapabilmektedir. Neriman Nerimanov’un “Bahadır və Sona”, Hüseyin Abbaszade’nin “Haradansınız, müsyö Abel?”, Mehmet Emin Resulzade’nin “Stalinle ihtilal hatıraları?”, Şerif Ağayar’ın “Arzulardan sonrakı şehir” adlı romanlarını ve birçok Azerbaycanlı yazarın yirmiden fazla öyküsünü Azerbaycan dilinden Fransızcaya, Adar Karagöz’ün “Deli, Aşık ve Şair” romanını Türkçeden Fransızcaya, Moğolcadan dört öyküyü ise Azerbaycan ve Fransız dillerine çevirmiştir.
Paris Ulusal Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü (Inalco), Hankuk Yabancı Diller Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi gibi kurumlarda öğretim üyesi olarak görev alan Dr. Abbasbeyli, etimoloji ve çeviride terminoloji problemleri, çeviri tarihi gibi konular üzerine akademik çalışmalar yapmaya devam etmektedir.
Sizce ebeveynler yabancı dil öğrenme konusunda çocuklarına nasıl yaklaşmalılar? Doğru yönlendirme sizce nasıl olmalı?
Eğer çocuk anne ve babanın iki farklı dilde konuştuğu bir ailede doğmuşsa ve onunla ilk günden bu iki dilde konuşuluyorsa çocuğun bu iki dili öğrenmesi daha kolay oluyor. İki dili bilen bir çocuk başka dilleri daha kolay şekilde okulda veya özel derslerle öğrenecektir. Ailede anne ve baba aynı dili konuşuyorsa o zaman çocuğa başka yabancı dili veya dilleri onlar tam destek olarak yani özel dersler aldırarak öğretebilir. Normalde çocuk yabancı dili özel dersten daha çok okulda öğreniyor.
Globalleşen dünyada ebeveynler çocuklarının en az üç veya dört dil öğrenmesini sağlamalıdır. Bu dillerin de farklı dil gruplarından olması çocuğun geleceği için daha iyi olur. Bazen çocuk kendisi herhangi bir dili öğrenmeye karar verdiğinde anne ve babası tarafından destek görmelidir. Maalesef bazı aileler yabancı dillerin önemini anlamıyorlar. Öğrenilen her bir yabancı dil, gelecek için güzel bir yatırımdır. Bunun desteklenmesi gerekiyor.
Fransızcanın özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından lingua francalık tahtını İngilizceye bıraktığını, Rusçanın son yıllarda Gürcistan gibi ülkelerde önemini kaybettiğini, Çinçe’nin ise kimi Doğu Afrika ülkelerinde öğrenilmeye başlandığını görüyoruz. Hâl böyle iken, üniversitede tercümanlık eğitimi almak isteyen öğrenciler sizce seçimlerini neye göre yapmalılar? Dile olan talebin yüksek olması dışında neleri göz önünde bulundurmalılar?
İlk önce terimler üzerinde anlaşalım. Lingua franca mı yoksa “diplomasinin dili” mi? Ben ikincisini tercih ederim. Rusça Sovyetler Birliği’nde lingua franca olmuş. Ama Afrika’da veya Güney Amerika’da Rusça kullanarak insanlarla konuşamazdınız. Aynısı Fransızca için de geçerli. Afrika’da bu dili yerli insanlarla konuşabilirdiniz. Ama Asya’da çok işinize yaramazdı. Rusçadan farklı olarak Fransızca, 19. ve 20. yüzyılın başında diplomasi dili olmuş. Hâlâ başka dillerde bile diplomatik terimlerin ve ifadelerin çoğu Fransızcadır.
Herhangi bir dilin tarihin bir kısmında diplomasi dili veya lingua franca olması ve daha sonra yerini başka bir dile vermesi çok normaldir. Bu, o dilin konuşulduğu ülkenin siyasi, ekonomik ve askeri gücü ile çok alakalıdır. Ama her zaman güçlü olan devletin dili diplomasi dili veya lingua franca olmuyor. Mesela, Portekizce, İspanyolca veya Almanca dünyanın belirli yerlerinde lingua franca olmuş ama diplomasi dili olamamış. İslam dünyasında Orta Çağ’da Arapça lingua franca olmuş. Avrupa’da 16. ve 17. yüzyılda İtalyanca diplomasi dili olmuş. Mesela, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasında 1774 yılında imzalanmış Küçük Kaynarca Antlaşması’nın orijinali İtalyancadır. Taraflar için ise sonradan Osmanlı Türkçesine ve Rusçaya çevrilmiş. Anlaşma maddelerinden birinde “Türk ve Rus dillerindeki antlaşma metinlerinde sorun olursa orijinal İtalyancaya bakmak gerekiyor” gibi bir cümle var.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin siyasi, ekonomik ve askeri gücü arttı. Bu da normal olarak İngilizcenin diplomasi diline çevrilmesini sağladı. Sadece diplomasi dili olarak kalmadı, lingua franca’ya çevrildi. Şimdi dünyanın neresine giderseniz gidin İngilizce kullanabilirsiniz. 21. yüzyılda İngilizce diplomasi dili ve lingua franca olarak kalacak mı? Bunu ancak yaşayarak görebiliriz. Çin devleti Çinceyi soft power gibi kullanıyor. Dünyanın neredeyse her ülkesinde “Konfüçyus Merkezi” açıyor, dilini ve kültürünü yayıyor. Amma Çincenin bir gün diplomasi dili veya lingua franca olacağını düşünmüyorum. Bu daha çok bir dilin zor olması ile ilgili. Mesela, yukarıda söylediğim gibi Almanya imparatorluk kurmuş. Büyük siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olmuş. Ama Almanca ne diplomasi dili ne de lingua franca olmuş.
Mütercim-tercümanlık bölümü öğrencileri globalleşen dünyamızda 2 veya 3 dille yetinmemelidir. Ana dillerinden başka en az 3 veya 4 dilden çeviri yapabilmelidir. Bu dillerin de farklı dil gruplarına ait olması çok iyi olur. Mesela; İngilizce, Arapça, Çince ya da Fransızca, Rusça ve Japonca. Tabii, bir dilin öğrenilmesi zevk işi. Herhangi bir dile talep var diye sevmediğiniz, sizin ilginizi çekmeyen dili öğrenemezsiniz. Çinceye talep çok olabilir. Ama bir öğrencinin Çinceden daha çok Japoncaya ilgisi varsa bence o öğrenci Japoncayı öğrenmelidir. Yani dil öğrenen biri seçimini dünyadaki taleplere göre değil kendi ilgi alanına uygun olarak yapmalıdır.
Şu an tercümanlık eğitimi almakta olan öğrenciler çok yönlü ve tercih edilen bir tercüman olabilmek için sizce nelere odaklanmalılar? Hedef dili iyi öğrenmek dışında hangi yönlerini geliştirmelerini önerirsiniz? Sizce 21. yüzyılda nitelikli bir tercümanın “olmazsa olmaz” özellikleri nelerdir?
Çok iyi mütercim veya tercüman olmak için ana dilini, başka çalışma dilini/dillerini bilmek ve derin genel kültüre sahip olmak gerekiyor. Bunu her zaman öğrencilerime söylüyorum. Bu sadece 21. yüzyıl için geçerli değildir. Osmanlı İmparatorluğu tercümanları da çalışma dillerini üst seviyede bilmiş ve genel kültüre sahip olmuşlar. Bu iki şart her zaman geçerlidir.
Yabancı dil öğrenmek, özellikle de konuşmak, birçok Türk’ün korkulu rüyası. Türkiye’de de akademisyenlik yapmış biri olarak, özellikle İngilizce ve Fransızca gibi yabancı dilleri öğrenirken yapılan yaygın hatalardan bahseder misiniz?
Bilkent Üniversitesi’nde eğitim dili İngilizce olduğu için öğrencilerin bu dildeki seviyesi genellikle çok iyi. Mütercim-tercümanlık bölümü öğrencilerinde ise bu seviye daha iyidir. Fransızcayı hazırlık sınıfında öğrenmeye başlıyorlar ve bir iki yıl içinde Fransızcadan yazılı çeviri yapacak seviyeye geliyorlar. Hatta Avrupa Birliği Başkanlığı Genç Çevirmenler Yarışması’nda kaç yıldır bizim bölümün öğrencileri Fransızca bölümünde birinci oluyor. Bu yıl da öğrencimiz Ebru Arslan Fransızcadan çeviri alanında Türkiye birincisi oldu. Ama öğrencilerin İngilizcesinin Fransızcalarından daha iyi olması çok normal. Genel olarak karşılaştığım hatalar İngilizce düşünüp Fransızca cümle kurmaları ve « faux amis » dediğimiz İngilizce ve Fransızca benzer ama farklı anlamları olan kelimeleri kullanmalarıdır.
Simultane tercüme krizleri meşhurdur. Tercüme sırasında konuşmacıyı duymakta zorlandığınız, konuşmacının çok uzun cümleler kurduğu ve bilmediğiniz kelimeler kullandığı durumlarda ne yapıyorsunuz?
Çevirinin en zor formu simültane çeviridir. Yazılı çeviride sözlüklere ve internete bakmak için zamanınız var. Ardıl çeviride de bazen konuşmacı konuşurken not aldığınız an bazı kelimeleri veya bilgileri hatırlamaya zamanınız olabilir. Ama simültane çeviride böyle zamanınız yok.
Simültane çeviri bazen açılmayan paraşüt gibidir. Çıkabilecek her zora hazır olmak gerek. Bahsettiğiniz sorunlar her zaman olabilir. Bu yüzden konferans çevirmenleri simültane çeviri eğitimi aldıkları okullarda bu durumlara karşılık verebilecek şekilde hazırlanır. Mesleki hayatlarında edindikleri deneyim de çok yardım ediyor.
Konuşmacının mikrofonu çalışmadığı için duyamadığım zamanlar olmuştu. Teknisyen de hemen çözemediğinden duyabilmek için kabin kapısını açık bırakarak salondaki sesini duymaya çalışıp çevirmişim. Tabii ki kalite istediğim gibi olmamıştı. Ama genelde teknisyen arkadaşlar bu türlü sorunların önlemini alabiliyor.
Uzun cümleler kullanılması sorun değildir çünkü konferans tercümanları olarak kelimeleri değil anlamı çeviriyoruz. Bilmediğimiz kelime her zaman, hatta ana dilimizde de, olabilir. Bu yüzden konferans tercümanları çeviri yapacakları toplantılara birkaç gün önceden hazırlanıyor ve terim listesi çıkarıyor. Bu tür hallerin olmaması için önleyici tedbirler alıyorlar.
Teknolojik imkânların bu kadar gelişmediği devirlerde, örneğin 1821’de kurulan Bâbıâli Tercüme Odası faaliyete geçmeden evvel, Osmanlı’daki dragomanlar nasıl dil öğreniyorlardı?
Osmanlı’daki tercümanlar (drogmanlar) Fransa’da Strazburg Üniversitesi’nde yaptığım doktoramın mevzusudur. O zamanlar dil okulları ve mütercim-tercümanlık bölümleri yoktu. Genelde ailede dil geleneği vardı. Birkaç dil biliyordu çocuklar. Osmanlı topraklarında yaşayan belirli Yahudi ve Rum kökenli aileler bu işi yapardı. Hatta bu ailelerin birkaç kuşağı Osmanlı hanedanına çevirmenlik yapmış. Bu ailelerden başka « levanten » dediğimiz Avrupalı aileler de yaşardı Osmanlı İmparatorluğu’nda. Onlar da birkaç dil bildikleri için çevirmenlik yapıyorlardı.
Tercüme okulları yoktu ama çalıştıkları kurumlarda « usta ve çırak » usûlü ile ders alıyorlardı. Avrupa dillerinden kitaplar çeviriyorlardı. O zamanın Avrupa hanedanlıkları da bu mesleğin önemini anlamışlardı ve seçtikleri birkaç öğrenciyi İstanbul’a gönderiyorlardı. O öğrenciler de « elsine-i selase » denilen ve Osmanlıcada « üç dil » anlamına gelen Türkçe, Arapça ve Farsca dersleri alıyorlardı. Eğitimlerinden sonra ya kendi ülkelerinin sefaretletinde mütercim-tercüman olarak kalıyor ya da ülkelerine yabancı dil hocası olarak dönüyorlardı. « Dil oğlanları » okulları böyle ortaya çıktı. Bunun sebebi yabancı ülkelerin kendi sefaretletinde Osmanlı uyrukluları çalıştırmak istememeleri idi. Güven sorunu vardı.
Ana dile çeviri/tercüme yapmak yaygın olsa da sizin gibi sonradan öğrendiği dile çeviri/tercüme yapan kişi sayısı oldukça az. Sonradan öğrendiğiniz bir dile çeviri/tercüme yapabilmek, bu konuda yetkinleşebilmek ve öne çıkabilmek için aldığınız formel eğitimin dışında neler yaptınız? Bu konuda öğrencilere ve genç tercümanlara önerileriniz var mı?
Aktif olarak Azerbaycancaya ve Fransızcaya yazılı ve sözlü çeviri yapıyorum. Öğrenmeye on yaşında başladım bu dili. Fransa’da yirmi yıl yaşadım ve eğitimimin büyük kısmını (iki master ve doktora) bu dilde aldım. Akademik çalışmalarımı Fransızca yapıyorum. Çevirdiğim romanları Azerbaycan ve Türk dillerinden Fransızcaya tercüme ediyorum.
Fransız dili ikinci ana dil olmuş artık benim için. Bazı konularda Fransızcamın Azerbaycancamdan daha iyi olduğunu görüyorum. İlk başta bu beni endişelendirse de bu sürecin normal olduğunu anladım. Kendimi iki dilli biri gibi kabul ettiğim andan itibaren daha iyi çalışmaya başladım. Sonradan öğrenilen bir dile çeviri yapmak tabii ki mümkün. Bunun için ya o dilin konuşulduğu ülkede birkaç sene eğitim alarak geçirmeniz ya da ülkenizde kendiniz üzerinde durmadan çalışmanız gerekiyor.
Mütercim-tercümanlık bölümlerinin her bir öğrencisinin “B dili” denilen ikinci aktif dili oluyor. Bu dilin geliştirilmesi meslek hayatı boyunca devam eden bir süreçtir. Bu yolda yorulmamak şarttır. Her zaman daha iyisini yapmak için çaba sarf edilmeli. Ama bu iş büyük zevkle yapılmalı. Aksi halde sonuç almak imkansız.
Bir dili öğrenmek kadar öğrenilen bir dili unutmamak da mühim. Örneğin Güney Kore’deki Hankuk Üniversitesi’nde çalıştığınız süreçte bildiğiniz dilleri unutmamak için neler yaptınız?
Maalesef ana dilinden farklı olarak sonradan öğrenilen her bir dili “unutmak” mümkündür. Tırnakta yazdığım unutmak fiini bir dili tamamen unutmaktan daha ziyade öğrenmiş olduğunuz birçok kelimeyi hatırlamamak ve bu dilde konuşma becerilerini kaybetmek anlamında kullanıyorum. Eğer öğrenmiş olduğunuz diller daha fazlaysa daha çok “unutma” riski vardır. Çünkü hepsine eşit zaman ayırmak zor oluyor. Bunu önlemek için her gün olmasa da her hafta bu dilde veya dillerde haber veya kitap okumak, televizyon veya film izlemek, radyo dinlemek gerekiyor. Söylediklerimin hepsini yapmak şart değil.
İnsandan insana değişebilir. Bazıları için yabancı dilde kitap okumak bir film izlemekten daha zevkli olabilir. Ya da internette her gün yabancı dillerde haber okumak, radyoda haberleri dinlemekten daha iyi olabilir. Bu bir zevk ve tercih meselesi. Bir yabancı dil zevkle öğrenildiğinden aynı zevkle de bu dili “unutmamak” için çaba sarf edilmelidir. Güney Kore’de HUFS Üniversitesi’nde çalıştığım süreçte de yukarıda söylediklerimi yaptım. İnternetten haberleri okumak ve radyo dinlemek için her gün biraz zaman bulmaya çalıştım.
Azerbaycan dilini öğrenmek isteyen Türkçe ve(ya) İngilizce bilen kişiler bu dili öğrenmeye sizce nereden başlamalı? Ayrıca baş ucu eseri olarak gördüğünüz Azerbaycan dili gramer kitapları var mı?
Türkler ve Türkçe bilen kişiler için Azerbaycanca o kadar da zor değildir. Yani Fransızca, Çince, Rusca gibi farkı dilleri öğrenmekten daha az zamanınızı alır. Azerbaycan dilini öğrenmek için hem Türkçe hem de İngilizce kitaplar ve sözlükler mevcuttur. Paris’te INALCO’da Azerbaycan dili dersleri verdiğim zaman İngilizce ve Azerbaycanca yazılmış ders kitaplarını kullanıyordum.
Bundan başka Azerbaycan’daki bazı üniversitelerde de Azerbaycanca dersleri almak mümkündür. Sanıyorum Türkiye’nin birkaç üniversitesinde de Azerbaycancaya giriş dersleri veriliyor. Azerbaycanca belli seviyeye geldikten sonra bu dilde televizyon izlemek, radyo dinlemek ve kitap okumakla dil daha da geliştirilebilir. Ama öğrenmenin en hızlı yolu ise Azerbaycan’da yaşamak ve her gün bu güzel dilde konuşmaktır. Sadece, Türkçe ve Azerbaycancada benzer lakin anlamları farklı kelimelere ilk baştan dikkat edilmelidir.
Azerbaycan’a ilk defa gidecek tarihe ve doğaya meraklı turistler sizce öncelikle nereleri görmeli?
Azerbaycan’ın çok zengin tarihi ve doğası vardır. Ülkenin başkenti Bakü’de Şirvanşahlar Sarayı’nın ve Kız Kulesi’nin de olduğu her sokağı tarih kokan “İçeri Şehir”e gitmek, daha sonra Şuşa, Gence, Şeki, Guba, Şamahı, Lenkaran gibi şehirlere giderek hem tarihi yerleri hem de güzel doğayı görmek mümkündür. Kuzeydeki İsmayıllı ilindeki Lahıc kasabasını da görmeyi tavsiye ediyorum. Azerbaycan’ın kuzeyinde Büyük Kafkasya Dağları, batısında Küçük Kafkasya Dağları ve güneyinde de Talış Dağları vardır. Ülkenin her köşesi güzeldir.
Mütercim- tercümanlık karyerində çok büyük başarıya ulaşmış ve akademisyenlik hayatında uğurla ilerleyen Elvin Abbasbeyli ilə yaptığınız röportajı Dünya Tercümanlar Günündə yayımlamanızdan fazlasıyla mutlu oldum, Kendisine başarılarının devamını ve sağlıklı ömür arzu ederim.