Burak Gürpınar Röportajı

Röportaj: Furkan Berkay Özcan & Baha Hıncal Nazsız

Bir Günde Değil’den herkese merhabalar. Bugünkü konuğumuz Burak Gürpınar. Burak Bey hoş geldiniz.

Hoş bulduk, merhaba. 

Babanızın da müzisyen olduğunu, Cahit Berkay’larla, Barış Manço’larla büyüdüğünüzü görüyoruz. 

Yani… Sayılır. Profesyonel mesleği o değil ama senelerce müzik yapmış. Cahit Berkay’la beraber başlamışlar müziğe. Engin Yörükoğlu… En yakın oldukları onlar yani. Babam daha sonra dedemin ricasıyla kopmuş ortamdan. Ama kaybettiğimiz güne kadar hâlâ arada gitar çalıyordu ve kulakları da acayip iyi duyuyordu.

Bu yönüyle aslında müziğin içine doğduğunuzu söyleyebiliriz. Peki bu yolun en başına gitsek, ki 15 yaşında başladığınızı söylemiştiniz. Yine müzisyen olur muydunuz?

Olurdum… “Müzisyen olurdum.” demeyeyim de bir şey çalıyor olurdum kesinlikle. Çünkü müziğin verdiği şeyi hiçbir şey vermiyor, o net yani.

Bir yandan da Blue Blues Band’de de çaldınız. 

Okulum orası. Okullu değilim ama orası benim okulum.

Batu Mutlugil bilmediğiniz bir şarkıyı çalmanızı istediğinde, “Hisset.” deyip arkasını döndüğünü söylüyorsunuz.

Evet, evet, aynen. Blues çalan bir grup ve geniş bir repertuvarları var, hatta çok geniş bir repertuvarları var. O zamanlar Blues’a da aşırı derecede ilgi duymadığım için yabancı olduğum bir çalma listesiydi o. Söyledikleri şarkıları bir kısmını biliyorum ama bazılarını hayatımda hiç duymamışım bile. Giriyor bir şarkıya, “Hisset!” diyor ve arkasına dönüp bir daha bakmıyor bile. Yapacaksın orada, kaçış yok, sahnedesin.

Peki o heyecan? Usta müzisyenler… 

Bir kere, Kerim Çaplı’nın yedeği olmak o kadar çömez bir davulcu için çok acayip bir kendini sınama şekli. Ben kendim tercih etmedim tabii, onlar beni çağırdığı için gittim sonuçta ama onun yerini doldurmaya çalışmak çok acayip bir şey. Herhalde her aşama biraz daha iyi olarak devam etti. Sunay vardı, basçı. Aşırı iyi basçı o da. Ben hep ona yaslanırdım çünkü şaşırma ihtimali yok adamın. “Ona yapışırsam, kilit bir şekilde temeli atarız beraber.” gibi düşünüyordum o zamanlar. O süreç en çok dinlemeyi geliştirdi bende. Genelde davulcuların dinleme çipi yanıktır, dinlemezler, çalarlar. Ben orada sürekli çala çala, önümde ne olduğunu anlamaya çalıştığım için geliştim. Bir de sahnedesin… Sesler çok sağlıklı gelmiyor, dikkatli dikkatli dinlemeye çalıştıkça o hale geldi. Herhalde eğitimin en büyük kısmı oydu orada da.

Artık birçok müzisyen albüm yerine single çıkarıyor. Sizce bu uzun vadede müziği nasıl etkileyecek? 

Hiçbir şeyin eski değeri yok artık, her şey hızlı tüketildiği için herkes bir an önce bir şeyler çıkartıp yayınlama ve dinleyiciye ulaştırma derdinde. Her şey hızlı tüketiliyor şu anda, o yüzden eski anlamı da kalmadı, içi boşaldı her şeyin. Bir de şimdi şöyle de bir durum var, stüdyoda da çok şahit oluyoruz. 9-10 tane şarkıya bir anda girip, konsantre olup onları üretmeye çalışmak çok zor, yüksek enerji gerektiriyor ve hepsine gereken önemi veremiyorsun, uzun bir çalışma süresi sonuçta. 

Onun yerine bir, iki veya üç şarkı yapılıyor. “Birkaç gün stüdyoya girelim, yaptığımız işe konsantre olup yapalım.” mantığı da var müzisyenlerde. Aksi takdirde olay sürüncemeye giriyor ve şarkı çıkmıyor aylarca. Kurban’da da sürüncemeye giren çok şey olduğu için mümkün olduğu kadar seri olması gerekiyor. Şu an her şey hızlı olduğu için üretimin de hızlı olması lazım. O yüzden şu an single olarak ilerlemesi daha sağlıklı ama ileride nasıl bir etkisi olur? Bence genel olarak her şeyin içi boşaldığı için bu olay da sevimsiz bir noktaya doğru gidiyor. Nihai nokta sevimsiz yani (gülüyor).

Rock müziğe baktığımızda, 2000’lerde altın çağda belki. Ama şu anda eskisi gibi değil gibi görünüyor.

Gümüş diyelim… Altın olacakken kestiler kafasını (gülüyor).

Peki bunun nedeni nedir sizce? 2010’lu yıllarda bir durulma mı yaşandı?

Muhtemelen bu dünyada olan bir şey ve bizim ülkemizde de oldu. Ama bizde normalden daha fazla ve daha hızlı oldu. Zaten konser seyretmeyen bir ülke burası, çok az. Yüzdeler komik. Atıyorum nüfusun %70’i hayatında kültürel etkinliğe katılmamış, bu adama konser seyrettirmeye çalışıyorsun. Empoze etmeye çalışıyorsun zaten, neresinden gireceksin de daha kalifiye bir hale getireceksin? Anlatabiliyor muyum? Önce tüketmeye başlayacak, daha sonra onun kalitelisini tüketecek. Kademe kademe bunlar ve oraya daha yol var. Şu an biraz karanlık o mevzu, maalesef.

Peki ilerleyen süreçte düzeleceğini hissediyor musunuz? Artık Pink Floyd’lar, Led Zeppelin’ler çıkmıyor gibi…

Yok, öyle bir şey çıkmayacak artık. Bence o devir bitti. 

Bunun sebebi endüstrileşme midir?

Hepsi. O kadar çok şey var ki… İnternet var, teknolojinin gelişmesi var… İnsanların beklentilerinin değişmesi var. Mesela bütün dünya aynı grubun albüm çıkarmasını beklerdi, şu an öyle bir şey yok. Kimi bekliyorsun? Yok böyle bir şey. Bir sürü beklediğin adam var ama hiçbiri bir Pink Floyd değil, anlatabiliyor muyum? Bir Led Zeppelin değil hiçbiri.

Kimse yirmi beş dakika müzik dinleyemiyor artık. Shine On You Crazy Diamond mesela, 25 küsur dakika.

Senin deminki sorunda da vardı. Albüm yapmak, konsept albüm… Mesela bazı albümler, tek şarkı dinlemişim internetten indirip, “Güzel…” deyip geçmişim. Sonra albümün tamamı bir şekilde elime geçmiş, baştan sona onu dinleyince. “Meğerse ne kadar acayip bir şeyin parçasıymış o!” demişim, kafama çekiçle vurulmuş gibi! Ama şu an böyle şeyler, konsept albüm kafası giderek azalıyor. Tabii keşke daha çok olsa ve daha çok insan bunun tadına varsa, işin olayı bu sonuçta.

Evet… Şu an On the Run’ı açsak The Dark Side of the Moon’dan, belki bir şey anlamayız ama onun öncesini, sonrasını da dinlemek gerekiyor.

Tabii, aynen öyle.

Bir yandan kendi stüdyonuz da var.

Sahibi değilim ama parçasıyım. 

Birçok şarkıya davulunuzla eşlik ettiniz. Bu kadar üretken bir davulcu, müzisyen olarak bir zaman sonra yabancılaştığınızı hissettiniz mi? Aynı heyecanı duyuyor musunuz hâlâ?

Hayır tabii ki de (gülüyor). Şaka bir yana, heyecan oluyor tabii de eskisi gibi değil. Değişti olay, oturuyor bir zaman sonra. Üst üste çok çalınca, belli bir süre sonra bir mola ihtiyacı oluyor. Onun haricinde şu da var, mesela baştaki o alete açlığın yok, biraz daha dinginsin. Onun da etkisi oluyor tabii. Ama yine de sevdiğin bir şeyin parçası olmak çok güzel. Stüdyoda çalarak da bu şeyin bir parçası olabiliyorum, çalmadan da olabiliyorum. Üretilmesine faydam dokunuyor bir şekilde. Teknik bir parça değilim ben orada ama her türlü desteği, yardımı veriyorum. Yani çalmasam bile içinde olduğum albümler var şu an, o yüzden mutluyum yani ondan.

Bazı ünlü müzisyenlerin, kariyerlerinin başlarında müziğe romantik bir gözle baktıklarını, fakat bir zaman sonra “Ee… Müzik işte.” gibi bir ruh haline büründüklerini görebiliyoruz. Siz, müziğe halen eskisi gibi romantik bir gözle bakabiliyor musunuz?

Ben müziğe her zaman romantik bakıyorum, hatta biraz bunun da etkisiyle yaşadığım hayal kırıklıkları beni normal bir insanın etkilediğinden daha fazla etkiliyor. Çok duygusal yaklaşıyorum, fazla mantıkla yaklaşamıyorum. Benim mesleğim bu ama aslında mesleğimin gereklerini de yerine getirmiyorum belki de. Daha katı olmam gerek ama değilim, daha duygusalım. Daha tutkulu olduğum müziklere doğru gitmeye çalışıyorum. Para edecek değil de, daha zevk alacağım şeyleri kovalıyorum. Zaman içinde geri çevirdiğim çok teklif oldu. Pişman mıyım? Değilim ya… Belki ekonomik olarak daha üst sınıfta yaşıyor olabilirdim ama tatmin olarak belki böyle olmayacaktım. 

İçinize sinmeyen işler yaptınız mı?

Tabii, var. Onları olabildiğince az tutmaya çalışıyorum.

Genç müzisyenler ekonomilerini yönetme konusunda biraz zorluk çekiyorlar muhtemelen.

Şu an dönmüyor ki olay, maalesef. Kaybettiğimiz, teknolojiyle de ilgili olan ve Türkiye’de daha fazla görüldü dediğim şeylerden birisi bu: 

Küçük kulüpler kapandı, yok artık. Yani millet evde bir şey yapıyor örneğin, kimisi hiç fark edilmiyor bile, kimisi de öyle bir şey yapıyor ki kendi bile fark etmeden bir anda milyonlar dinliyor onu. Bir anda evden acayip bir yere doğru gidiyorlar ama arada o kulüp yok. Bir anda Zorlu gibi bir sahneye çıkıyorlar örneğin, devasa bir yere çıkıyorlar. Aradaki o pişme süreci yok ama işin en zevkli yeri o pişme süreci. O yaşanmadan direkt tepeye çıkıyorlar. Başarılılar, tamam ama pastanın en güzel yerini yememiş durumdasın şu anda (gülüyor).

Bazen müzisyenlerin istemediği işleri yapmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. 

Benim başıma öyle bir şey gelmedi çok şükür. Mesela askere gittim, “Davul çalarsın.” dediler ama davul görmedim bile. Çok mutlu oldum çünkü orada öyle bir şeye kalkarsam soğuyacağımı düşünüyordum.

Kurban ve Athena gibi Türk Rock Müziği’ne damga vurmuş gruplarda çaldınız. Peki kariyerinizin bir noktasına dönme imkanınız olsa, hangi dönemi yaşamak istersiniz?

En güzel dönem askerden geldikten sonraki dönemdi, yani 2002, 2003 ve 2005 arası. Athena’ya çaldığım dönem de güzeldi. Athena’ya girdiğim an, Kurban’ın dağıldığı andı ve aslında benim için yüksek bir an olmasına rağmen olayın düşmeye başladığı andı. 2003 ve 2005 arası çok enteresan bir dönemdi, çok yüksek titreşimli bir dönemdi. O dönemi özlüyorum mesela. Ama dersen ki şu an olsa, şu an öyle bir şey istemiyorum. O zaman iyiydi o.

Şu anki halinizden memnun musunuz?

Sayılır. Şu an Kurban istemiyorum mesela. Öyle bir kafada değilim.

Peki sürecin sonunda mı buraya evrildi yoksa “O bitti ve artık başka bir şey konuşalım.” gibi mi oldu?

“Hadi bitti, bitirdik. Başka bir şey yapıyoruz.” gibi de bitmedi. Başka türlü bitti olay, bittiğini bile anlamadık. Öyle şeyler oldu ki üst üste, buradan bir şey gelmez artık dedik. Bunun getirisi, götürüsünden daha az. Bir şey hissetmiyorsun o kadar, zararı daha fazla. Bu beş senede de yokluğuna alıştıktan sonra bir daha tekrar o hengamenin içine girmeyi pek tercih etmiyorum açıkçası. Zaman ne getirir bilmiyorum ama özlediğim bir şey değil, onu söyleyebilirim.

En son Gülümse’yi dinledik, dört, beş sene önce kaydedilmiş bir şarkıydı. Çok özlemişiz gerçekten.

Aynen, beş sene. Bizim stüdyoda kaydedilmişti hatta. İyi oldu o.

Gerçekten çok özlemişiz… Peki kariyeriniz boyunca yorulup umutsuzluğa düştüğünüz ve her şeyi bırakıp gitmeyi düşündüğünüz anlar oldu mu?

Oldu, tabii ki de. “Tamamen bırakıp tamamen kopacağım.” dediğim şeyler oldu, yapamadım tabii. En son, pandemiden iki, üç ay önce sahneden önce bir olay yaşadım. O günkü konser bir saat sürdü, bir saatin bir dakikası bile durmadan ağladım. Kimse görmeden ağladım, kepim kafamdaydı ve kafam öne eğikti. Çok bad trip bir konserdi. Konser güzeldi bu arada, harika çaldık, o ayrı. Ama ben kuyudaydım o gün. O günün sonunda dedim ki, “Durmam gerekiyor, mola vermem gerekiyor.” Çünkü soğuması gerekiyor olayların. Tam soğumaya girdim, pandemi oldu. Herkes durdu bir anda. Öyle devam etti. Şu anda Malt var bir süredir, neyse ki sahneye çıkıyorum, özlemişim. Hatta biraz fazla heyecanlanıyorum (gülüyor).

Fark ediyoruz (gülüyor). Müzikte ve müzisyenlerde çok fazla kırgınlık ve hayal kırıklığı görüyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kırgınlıklarınız ve hayal kırıklıklarınız var mı?

Çok var. 

Müzikte neden bu kadar fazla oluyor sizce?

O kadar çok etken var ki. Naçizane fikrimi söyleyeyim: Türkiye’de insanların egosu çok yüksek ve bu sektör küçük bir sektör, gelişmiş bir sektör değil. Bu kadar küçük bir sektör içinde üç beş kişinin -çok affedersiniz- birbirini öpüyor olması çok uygun bir hareket değil. Büyümesi gereken bir şeyi kendi içinde birbirine düşürüp küçültüyorsun. Hani şey vardır ya, kenetlenmemiz lazımken biz kendi kendimizi, birbirimizi yok ediyoruz sürekli, o yüzden diğer taraf hep yukarı çıkıyor gibi. Bilirsiniz bu muhabbeti. Aynısı bizim burada da oluyor. Destek olman gereken bir adam var, sen kendi egon yüzünden adamı rezil ediyorsun. Egoları yüzünden müzisyenlere kötü davranan çok fazla artist var, öyle diyeyim. Özellikle şarkıcılardan oluşuyor bunların büyük kısmı. 

Ki siz orada davulcuların geride kaldığından bahsediyorsunuz.

Özellikle isim vermeyeceğim tabii ki de ama genellikle solistlerde olan bir ego problemi bu. Çok fazla yukarı çıktığı için “Her şeyi ben yaptım ve geri kalan hiç kimse hiçbir şey yapmıyor.” gibi bir şeye evriliyor olay. Aslında hem uzun vadede kendisine de zararlı, etrafındaki müzisyenlere zaten zararlı, sektöre de rezalet bir geri dönüş bu. Büyük resme çok büyük zarar… O yüzden insanların bir durup kendine bakması lazım. Çok üzgünüm bunu söylediğim için ama üçüncü dünya ülkesinde yaşıyoruz, sen kime neyin rockstarlığını yapıyorsun? Millet gitti de dönüyor, bu neyin artistliği? Ayakların azıcık yere bassın (gülüyor).

Özellikle genç müzisyenlerin şunu hayal ettiğini görüyoruz. “Bir grup kuralım, kimya yakalayalım.” Bu “kimya”yı yakalamak adına tavsiyeleriniz var mı?

Kafa dengi olması gerekiyor her şeyden önce. Biraz farklılık olması ve farklılığı yüceltmek gerekiyor. “Sen benden farklı düşünüyorsun.” Bu iyidir, kötü değildir. Bunun iyi olduğunu sürekli empoze etmek gerekiyor birbirine. Önemli olan bir başka şey, birbirini dinlemek. Birbirini dinlemediğin zaman -sanatçı insanın egosu da olduğu için- karşı tarafa kurulmaya başlıyorsun. Kuruldukça da negatife gidiyorsun, bu da engel oluyor o grup kimyasına. Her zaman iletişim halinde olacaksın, dinleyeceksin karşı tarafı ve esnek olacaksın. Kırılmamak için. Bükülebileceksin, anlatabiliyor muyum? Tabii ki de bu tamamen mümkün değil ama birazcık bükülebilmen gerekiyor.

Sanırım Amerikan tabiriyle garajdan çıkıp ünlü olmak…

Bu bizde yok işte. Kurban verebileceğim en net örnek. O zaman ben Suadiye’de oturuyordum, şimdi Kadıköy’deyim. Deniz Dikilitaş’ta oturuyor. Özgür Bursa’dan geldi. Kerem Teşvikiye’de yaşıyor. Normal şartlarda karşılaşma imkanımız bile yok böyle büyük bir şehirde ama kulüpte bir araya gelip, “Aa! Kafa dengiyiz biz.” diye bir araya geliyoruz. Düşünsene, Amerika’da çamaşır makinesi gibi her evde davul var, bas gitar var, bilmem ne var. Yanda garaj var. Bir araya geliyor millet, beceremeseler bile beraber takılıyorlar. O bile bir şey yani. Bizde o yok, onu kaybettik. Zaten olmayan bir şeyi kaybettik (gülüyor). 

Ben mesela arkadaşlarımla -yine isim vermeyeceğim- “Haydi abi çalalım.” deyince, “Ne çalacağız?” deniyor. “Ne çalacağız” nedir abi? Ben gireceğim oradan, oradan doğru uçarız yani. Anlatabiliyor muyum? Anlamak istemiyor insanlar, Blue Blues Band’de de bunu gördüm. Bir de arada 2008 döneminde Kujo diye bir grup kurmuştuk biz. Korhan Futacı, Mehmet İncili, Selim Saraçoğlu ve ben, dördümüz. Stüdyoya gidiyorduk, hiç konuşmuyoruz. Sıfır muhabbet. Muhabbet yok, “Merhaba”, “Merhaba”. O kadar. İçeri giriyoruz, kırk beş dakika çalıyoruz, çıkıyoruz, onu dinliyoruz. Bir daha giriyoruz, bir kırk beş dakika daha çalıyoruz ve evlere dağılıyoruz. Hiç konuşmuyoruz ve her gün oluyor bu. Saatlerce kayıt var, “Deli bunlar.” dersin. Hiç konuşmayan adamlar içeri girip gürültü yapıp çıkıyorlar. Oluyor kardeşim, oluyor yani. Biraz birbirini dinlemeye başladığın zaman çıkmaya başlıyor olay zaten, dinleyeceksin. Olay dinlemekte saklı yani.

Şunu da görüyoruz. Bazı insanlar mükemmeli hedeflerken üretemiyorlar ve hiçbir şey içlerine sinmiyor.

Evet. Çok büyük bir hata, bizim de düştüğümüz bir hata.

Peki sizin için bir iş ne zaman tamam oluyor? “Bu iş tamam, artık bunun alabileceği bir şey yok.” diyebiliyor musunuz?

Diyemiyoruz. O yüzden hep gecikiyor ve sorun oluyor işler. Çıkmayan şarkılar o yüzden çıkmıyor. Hem mükemmeliyetçi olmak… Hem… Sen demin demiştin ya, tek tek şarkı yapıyor millet, onu çıkartıyor. Onun sebebi hızlı olmak zaten, madem öyle onu kovalıyorsun, mükemmeli boş ver yani. Bas gitsin ya. Yenisini yaparsın, bir sonrakinde o hatayı yapmazsın mesela. Şu tribe giriyoruz biz hep. “Ömrüm boyunca olmayacak… Eyvah. Ya bir yanlış olursa, bir daha nasıl açıp dinleyeceğim ben bunu?” Ben hâlâ arada giriyorum, bildiğim birçok insan da var bu ruh haline giren. Aşırı hassas çalışmanın öyle bir şeyi var. Asıl hedefi kaçırıyorsun, uzaklaşıp resme bakmayı unutuyorsun ve bir şeyin içine girip saçma sapan şeylerle debeleniyorsun. Asıl resim o sırada gitmiş oluyor. Sen tadını çıkarana kadar olay tamamen değişmiş oluyor. Ondan sonra da tarihi geçmiş bir şey olmuş oluyor.

Bazı müzisyenlerin eski kayıtlarını dinleyemediklerini duyuyoruz, siz eski kayıtlarınızı dinlerken “Tamam, bunu iyi yapmışım.” diyebiliyor musunuz? 

Öyle olduğunu düşündüğüm şeyler var.

Örnek verebilir misiniz?

Bence Athena albümü çok iyiydi. Sound olarak iyiydi, sanki benim çalmamı bekliyor gibiydi şarkılar. Böyle bir denk gelmeyi hayatımda hiç yaşamadım mesela, onu söyleyebilirim. Kendileri öyle hissetmeseler de ben öyle hissediyorum.

“İnsanlar” albümü de sanki öyleydi.

İnsanlar… Ama onları, o şarkıları yavaş yavaş yaptık biz beraber. 

Sakın Söyleme gibi.

Deniz’le beraber yaptık, Deniz’in şarkısı zaten. Evde oturup beraber demolarını kaydettik. Athena’da demo falan yapmadık. Stüdyoya girdik, şarkılar vardı ve ben çaldım, oldu. Oradaki kaydı da çok seviyorum, oradaki sound çok iyi. Onun haricinde Kurban’da ilk albüm biraz öyle. Çok iyi produce edilmiş, yani çok iyi işlenmiş bir albüm.

Aklım oynardı onları dinlerken.

O farklı bir şeydi. Bazı şeyler senkronize oluyor ve onu hissediyorsun. Senin dışında oluyor, etrafında bir şeyler oluyor o sırada, sen de onun bir parçasısın. “Şu an bir şey oluyor.” diyorsun yani. Olmadığı zaman da olmadığını da hissediyorsun bu arada. Öyle bir şey o.

Geçmişten bahsettik. Geleceğe dair beklentileriniz var mı? “Muhakkak yapmalıyım.” dediğiniz şeyler neler?

Kendim bir şeyler yapmalıyım artık. Hep orada, burada çalıyorum. Kendim de bir şeyler yapmak istiyorum. Eğitimsiz de olduğum için, bu konuda armonik olarak biraz yetersiz hissediyorum. Ondan dolayı denize atlamak korkutuyor beni. Kötü geri dönüşler alacakmışım gibi geliyor. Hep ritim döndüğü için kafamda, bunu beraber düzgünce bir yere dökebileceğim kafa dengi birini bile denk getirebilirsem -ki getiremedim şu âna kadar- öyle bir şey yapmak niyetindeyim. Bir de İstanbul’u terk etmek istiyorum. Cunda’ya taşınacağım yeni stüdyoyla beraber.

Otel stüdyo.

Evet. Başarabilirsem belki daha dingin bir hayat, üretim… Amacım öyle bir şey.

Peki bu kadar hızlı bir hayatın içinden çıkıp o hayata adapte olmak çok kolay olur mu?

Zor olacak herhalde. Bir de doğduğumdan beri İstanbul’dayım. Bakalım, o tempoya çekebilecek miyim? Tabii oradaki işim de yine yoğun olacak, stüdyonun başında olacağız. Çok devasa bir şey oluyor gerçekten, Türkiye’de böyle bir şey yok.

Çok merak ediyorum (gülüyor).

Ben de, ben de! (gülüyor)

Son sorumuza geldik, konsept sorumuz. 22 yaşındaki Burak Gürpınar’la bir kafede karşılaşsanız, ona neler söylersiniz?

“Biraz daha az sinirli takıl.” derim (gülüyor).

Sizden hiç beklenmedik bir şey gibi (gülüyor).

Sanmıyorsun ama butonlarım var benim, bazı butonlarım var. Herkes görmüyor tabii. O butonları bilen insanlar var, o butona basınca, bir anda parlıyorum, hiç gecikme yok. Anında görüntü. Böö diye yere kusuyorum (gülüyor). Ama beş dakika sonra “Öyle yapmasaydım iyiydi ya…” diyorum. Aşırı tepki veriyorum, çok fevriyim yani. 

Sanırım biz basmadık biz bu röportajda (gülüyor).

Yok, hiç öyle bir şey yok. Bu tip durumlarda olan bir şey değil bu. Çok yakınlarımla olan şeyler, genelde de yakınlarımın canını yakıyorum. Bilindik şeyler bunlar. Sizi sevdiğini bildiğiniz, emin olduğunuz insanların canını yakarsınız ya hani hep. O rahatlık gelir insana, o kötü bir şey. Sevmediğim yönüm bu. Bunun dışında… Biraz daha çalışkan olabilirdim yani. İşin daha güzel tarafına tutuluyorum. Kendimle ilgili beğenmediğim şeyler bunlar.

Son soruya bir son soru daha ekleyeyim. Mutlu musunuz şu anda?

Mutluyum ya… Mutsuz değilim diyeyim. Kimse mutlu değil şu an bence ama mutsuz değilim. Olabilecek en düzgün şeyin içindeyim. Kadıköy’de yaşıyorum, işim yürüme mesafesinde. Her gün başka müzisyenlerle tanışıyorum. Şükür, hâlâ kayıtlara girip bir şeyler kaydediyorum, elim ayağım tutuyor hâlâ daha. Acayip bir sakatlık atlattım, belki çalamama ihtimalim vardı ama şu an öyle bir şey yok. Çalıyorum rahat rahat. O yüzden şanslı hissediyorum kendimi bir sürü konuda. Mutsuz değilim, inişler, çıkışlar illa ki var ama mutsuz değilim.

Çok teşekkür ederiz, böyle bir röportajda bulunmaktan çok mutlu olduk.

Ben teşekkür ederim.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir