Av. Mehmet Gün Röportajı

Konuğumuz Av. Mehmet Gün 1959 yılında Konya’nın Bozkır-Dere köyünde doğdu. 1980’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1986’da kurduğu Gün+Partners Avukatlık Bürosunu Türkiye’nin önde gelen hukuk bürolarından biri haline getirmiş, 2014 yılında Londra’da The Lawyer dergisinin ‘Law Firm of the Year’ ödülü gibi birçok uluslararası ödüle layık görülmüştür.

Türkiye’de modern fikri ve sınai mülkiyet düzenlemelerinin yapılması, tanıtılması ve uygulanmasında öncülük etmesinin yanı sıra, Sınai Mülkiyet Kanunu’nun hazırlanmasında da çeşitli STK’lere danışmanlık yapmıştır. Ayrıca, TBMM’deki görüşmelere katılmış ve yüzlerce yurt içi ve yurt dışı davada ve tahkimde görev almıştır.

Daha İyi Yargı Derneği ve İstanbul Tahkim Derneğinin kurucu başkanlığını üstlenmekte, yanı sıra TÜSİAD, TÜRKONFED gibi kuruluşların yönetiminde görev almaktadır. “Bozkır’dan Dünyaya… Avukat Olmak” ve “Türkiye’nin Orta Demokrasi Sorunları ve Çözüm Yolu” gibi kitapların yazarıdır.”

Furkan: Kitaplarınızı okuduk. Dikkatimizi çeken şey, birçok yerde çocukluğunuzdan bahsediyorsunuz, hatta soba çıtırtısını dahi iştahla anlatıyorsunuz. Çocukluğunuz sizi nasıl şekillendirdi?

Mehmet Gün: Zaten psikolojide de çocukluk senaryosu kişilerin geleceklerini, kişiliklerini belirler diye bir şey var. Bizler doğduğum, büyüdüğüm köyde, yaylada çok özgürdük.

Herkesin evi ayrıydı, biliyorduk ama her eve davetsiz gidebilirdik. İnsanlar bizi korurlardı. Hem özgürdük hem güvenliydik. Toplumsal değerlerimiz öyle bir özgürlük ve güvenlik, başkalarına güvenme duygusu, saygı, sevgi ve benzeri şeyler, yani bizim toplumsal değerlerimiz çocukluğumda şekillendi diyebilirim.

İkincisi, orada imkanlar kısıtlı idi. İçinde bulunduğun kısıtları aşmak için en makul ve tercih edilen yolu okumak idi. Okumak için de fırsatları değerlendirmek birinci öncelikti. Üçüncüsü de, tabii oradaki şartlar sizi zorluyor. Başarmaktan başka şansınız yok. Her türlü zorlukla mücadele etmek, yılmadan mücadele etmek ve asla yılmamak gerekiyor. Başarılı örneklerinizin de olması lazım, gitmek istediğiniz yolla ilgili olarak size fikir verecek ve yol gösterecek. Bizim köyümüzde öyle fazla insan yoktu ama yine de örneklerimiz vardı. Benim çok etkilendiğim Asım Ağabeyin Ankara’da üniversiteye gidiyor olması üniversitenin ne olduğu konusunda bana anlattıkları bana okumanın, öğrenmenin çok değişik seviyeleri olduğu mesajını veriyordu ve ben de onları gerçekleştirmek istiyordum. Öyle olunca yolum yavaş yavaş açıldı, gitti.

Bu süreçte hiçbir mücadelenin sonuçsuz kalmadığını, başarmak için gereken her şeyi yaptığınız zaman sonucun geldiğini, eğer sonuç olmuyorsa insanın bilmediği öğrenmesi gereken başka bir şeyin olduğunu öğrendim. Benim hayatım böyle şekillendi diyebilirim.

Baha: Büyük şehre adapte olmakla ilgili bir sorum var. Küçük bir yerden gelen bir insan olarak, bu süreçte İstanbul’da yaşadıklarınızdan, oraya alışma sürecinizden bahseder misiniz?

Mehmet Gün: Güzel bir soru. Küçük yerlerin büyüklerin küçüklere göz kulak olduğu, tehlikeye düşerse korudukları, yaramazlık yaparlarsa terbiye ettikleri, böyle bir özgürlük ve güvenlik ortamından büyük şehirlere gelince oldukça yad bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Her tarafta kalabalık insanlar var ama onlar sizinle hiç ilgilenmiyorlar. Size düşman ve hatta kötülük yapmak istiyor bile olabilirler. İçlerinde sizinle ilgilenecek olan, koruyacak, geliştirecek olan çok az sayıda insan olabiliyor ve ama onlarla irtibat kuramıyorsunuz. En büyük fark bu bence. Yani küçük yerlerde insan içinde bulunduğu toplumun ayrılmaz bir parçası, her zaman, her yerde bunu hissediyor. Büyük şehirlerde ise büyük kalabalıkların arasında yapayalnız oluyor. Bu hala küçük toplumlarla büyük toplumlar arasındaki en büyük farklardan birisidir. Tabii, bu farklı dinamiklere göre farklı değer yargıları, davranışlar ortaya çıkabiliyor.

Büyük yerlerde, çok sayıda insan bir araya geldiği için toplu olarak oluşturdukları imkanlar çok daha geniş olabiliyor; üretim daha fazla oluyor, yarışma daha fazla oluyor, daha fazla iş imkânı oluyor. İnsanın kendisine, yeteneklerine ya da arzularına uygun şeyleri büyük yerlerde, büyük topluluklarda bulma şansı daha yüksek oluyor. Fakat öbür taraftan küçük yerlerdeki o güvenlik duygusunu kaybedince de yalnız kalan, hayatta kalabilmek için çok çalışması gereken, o yalnızlık içerisinde önüne sunulan fırsatları değerlendirmek zorunda olan bir insan haline dönüşüyor. Aradaki fark siyahla beyaz arasındaki gibi büyük bir fark. Herkesin bu farkı anlaması ve büyükşehir hayatına uygun yaşamayı başarması pek mümkün olmuyor. Hala Türkiye’nin bu sosyolojik değişimi başarıyla aşabilmiş olduğunu olduğunu düşünmüyorum. Benim kendi köylülerim bile bayramlarda, seyranlarda, izin, tatil olduğunda derhal köye dönüyorlar. Çünkü oradaki yaşam tarzının sıcaklığını, yakınlığını özlüyorlar. Eskiyi tekrar canlandırmak istiyorlar. Fakat köyde biraz zaman geçirince tekrar şehirlere dönmek istiyorlar. Çünkü şehirlerde çocuklar için eğitim var, öğretim var, iş imkanları var konfor vesaire var. Şehirlerdeki imkanlar köy yerinde yok.

Büyük şehirle küçük şehir arasındaki bir başka farkın şu olduğunu düşünüyorum:

Küçük yerlerde geliştirilen alışkanlıklar, büyük yerlerde sürdürülemiyor. Mesela, köy yerinde otel diye bir şey yoktur, pansiyon da yoktur. Fakat bir köye giderseniz sizi misafir edecek birisi mutlaka vardır. Hiç tanımadığınız bir köy de birisi sizi evine alıp misafir etme mükellefiyetini o topluluk adına üstlenir. Şehirlerde ise öyle değil. Köylerde bu beklentiler yüksek ve kendi yaşam alışkanlıklarına göre sunabilecekleri, paylaşabilecekleri şeyler görece olarak çok fazla. Büyük şehirlerde ise insan her ne kadar köydeki alışkanlıklarını devam ettirmek istese de, iki oda bir salona sıkışmış ve yaşamı sürdürmek için ağır bir disiplin altına girmiş olan insanlar köydeki alışkanlıkları sürdüremiyorlar. Köyden şehre gelenlerin bunu anlayıp da buna uygun davranışlar geliştirmesi, tedbirini alması da bayağı uzun bir zaman alıyor. Benim İstanbul’a geldikten sonra yaşadığım, alışmakta en çok zorluk çektiğim şeylerden birisi oydu. Köydeki annemin köylü anlayışı ile İstanbul’daki dayımın şehirlileşen anlayışı arasındaki farkı anlayamıyor, nasıl davranacağımı bilemiyor ikisi arasında boğuşuyordum.

Furkan: Az önce başarmak için mücadele edildiğinde bunun zayi olmayacağına, sonuç alınabileceğine dair şeyler söylediniz. Ancak bugün gençler arasında “ne kadar çalışsam da yapamayacağım.” gibi bir düşünce, bir umutsuzluk olduğunu görüyoruz. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyiz?

Mehmet Gün: Toplumdaki bu umutsuzluğun, öğrenilmiş çaresizliğe dönüştüğünü düşünüyorum. Türkiye’de sadece gençler değil, yaşlılar da, herkes öyle düşünüyor. Orijinal bir fikir üretiyorsunuz, toplumsal bir sorunu çözmek istiyorsunuz. Yaptığınız tasarımı o konunun en uzmanıyla tartışmak istiyorsunuz. Onlarla bir araya geldiğinizde, gençleri söylemiyorum, aklı başında insanlar, kerli ferli, okumuş, imkanları olan insanlarla da konuştuğunuzda ilk söyledikleri şey “Ama bu olmaz Türkiye’de” şeklinde oluyor. Sorunları çözmek için fikir bile üretmiyorlar. Üretilen fikri tartışmaya bile mecalleri yok, maalesef. Aslında olup olmayacağı tahmininde bulunmasını sormadığım halde böyle oluyor. Biz “A’dan Z’ye Türk Yargı Reformu” diye bir öneriler paketi geliştirdik. Bunu Avrupalılarla, Amerikalılarla da tartışıyoruz, Türklerle de. Önerilerimizdeki değeri yabancılar hemen bulup yakalıyorlar ve  “Burada bizim için de bir şey var, bunu nasıl geliştirebiliriz? ” diyorlar. Türkiye’de tartışmak istediğimizde “Ama bu Türkiye’de olmaz” diye söze başlıyorlar. Oysa benim sorum o değil; fikrin olabilirliğini değil bütünlüğünü, geliştirilebilir veya yanlış yönü olup olmadığını soruyorum. Bu örnekten yola çıkarak anlatmak istediğim şey şu, topluma “Biz istesek de olmaz” düşüncesi, psikolojideki öğrenilmiş çaresizlik psikolojisi hakim ve bu çok üzüntü verici. Çünkü insanlar hayati konularda bile istediklerini gerçekleştirmek için harekete geçmekten bile çekiniyorlar. Oysa düşüncenin şöyle olması lazım:

Kapatın gözünüzü, “Ben şunu gerçekleştirmek istiyorum.” diye bir hayal kurun. Sonra da açın gözünüzü ve “bunu gerçekleştirmek için yapmam gereken şeyler ne?” deyin ve onları gerçekleştirmek için çaba gösterin. İnsanlar hayalini kurmuyor, ne istediğini ve neler yapması gerektiğini bilmiyorlar, durmadan şikâyet ediyorlar ama çözüm önerisi önlerine konulduğunda “bu olmaz.” diyorlar. Bir dakika, daha bu bir düşünce bile değil, bir duygu ifadesi. “Ben güvensizim, kendime güvenmiyorum, düşünmüyorum, bana başkaları bu şeyleri versin”, “Ben iyi bir avukat olayım ama bunu ben kendim yapmayayım beni bir başkası iyi bir avukat yapsın.” demek. İstekler başkaları size verdiği için gerçekleşmezler. İnsanların gerçekleştirmek istediği şeylerin ne olduğunu bilmesi, onu başarmak için aşması gereken engelleri belirlemesi ve başarmak için gerekenlerin hepsini yapması lazım. Ben sıfırdan Dere köyünden çıkmış bir adamım. Türkiye’nin önde gelen avukatlık bürolarından birisinin kurucusu, yöneticisiyim. Toplumda sizin gibi gençler, iş dünyası sözlerime değer veriyor. Şimdi şöyle denilebilir: “Bir köylü çocuğu böyle bir şey yapamaz”. Fakat olmaz denilen şey benim için gerçek oldu. Çünkü en başında benim böyle bir hayalim vardı. Hayalimi gerçekleştirmek için yapmam gereken şeyleri yaptığım için bu gerçek oldu. Demek ki “olmaz” değil “olabilir” demek ve olması için neler yapmak gerektiğine odaklanmak lazım. Şimdiki gençlerimiz benimle kıyaslandığında dağlar kadar fazla imkana sahip. Mesela ben İngilizce bilmiyordum, İngilizce öğrenmek istediğim zaman internet yok, cep telefonu yok, televizyon kanalları bir tane. Yurt dışı televizyon yayınlarını alamıyorsunuz. Ama ben İngilizce öğrenmek istiyordum. İngilizce öğrenmek için yapılması gerekenleri o günkü şartlarda belirledim, yaptım ve İngilizceyi öğrendim. Şimdilerde “İngilizce öğrenemiyorum” gibi bir şey derse onlara “Sen öğrenmek istemiyorsun aslında.” demek lazım. Öyle olunca, bence bu düşünceyi, yaklaşımı değiştirip, “Ben şunu yapmak istiyorum. Bunu yapmak için aşmam gereken engellerden birisi şu. Onları kendim aşamıyorum, nasıl aşabilirim?” diye düşünmeli.

Ben, hukuk öğrencilerinin yurt dışında yaşamalarını istiyorum. “Benim param yok, ailem beni gönderemez” diyenler var, orada duruyorlar. Aynı durumda olup da parası olmayan, ailesi gönderemeyen ama bunu aşmak isteyen insanlar ise yurt dışına gidiyorlar, hem seyahat edip hem çalışıp hem okuyorlar. Böyle bir arkadaşımız İzmir’in önde gelen avukatlarından birisi oldu. New York’ta tuvalet bile temizlemiş ama New York Barosuna kayıtlı avukat olmuş, şakır şakır İngilizce konuşuyor, şakır şakır uluslararası hukuk biliyor.

Demek istediğim, gerçekleştirmek istediklerinizi birisi size versin diye bakarsanız o zaman başkaları size verir ya da vermez ya da hesabına geldiği şekilde verir ya da vermez. Ama siz gerçekleştirmek istiyorsanız, siz ne olacağını bilirsiniz, adımlarınızı atarsınız, mutlaka gerçekleştirirsiniz.

Furkan: Kitabınızda da göze çarptığı üzere, hayatınız boyunca birçok problem baş etmek durumunda kaldınız. Bu yolda, sizi yola devam etmeye zorlayan şey neydi? Kitabınız boyunca sorumluluk duygusundan bahsediyorsunuz, bu muydu? Yoksa başka motivasyonlarınız mı vardı?

Mehmet Gün: Tabii, insanı harekete motivasyon dediğiniz şey birkaç kaynaktan besleniyor. Birincisi sorumluluklar ve başarma arzusu. Maslow’un insanın gelişimiyle ilgili sıraya koyduğu hususlar var. Yaşamı sürdürmek için beslenme ve barınma, neslini sürdürme, kendini geliştirmek, ifade etme, estetik ve mana gibi sıralanıyor sanırım. İnsan yaradılışı gereği onları gerçekleştirmeye programlı gibi. Sanıyorum benim bugünkü yere gelmemde faydalı olan şeylerden bir tanesi şu:

Ben boş kalmaktan hoşlanmıyorum. Canım sıkılıyor. Yapmak istediğim şeyleri de gitmek istediğim yoldaki hedeflerime göre belirliyorum. Hayal kurarak belirlediğim, gerçeklerimle yüzleştirerek içselleştirdiğim hedefler kendiliğinden ve içimden gelerek geceli gündüzlü çalışmamı, boş zamanlarımı o yönde değerlendirmemi ve odaklanmamı sağlıyor. Motivasyon dediğiniz şeye verebileceğim cevap bu.

Hayatınızda karşınıza zorluklar çıkar, siz onları aşmak için ne yapıyorsunuz? Yoksa zorlukla karşılaşınca çöküp kalıyorsunuz da o zorluklar sizin hareketinizi engelliyor mu? Benim izlediğim yol şudur:

Karşıma çıkan sorunlar konusunda çöküp kalmak, yenilgiyi kabul etmek yerine “Mutlaka bunu aşmanın bir yolu vardır.” anlayışıyla çabalamak, çabalamak ve sonunda başarmak. Bazı meseleler olmuştur ki, mesela bilen birinin bir seferde, bir çırpıda halledeceği meseleleri yapmaya birkaç kere kalkışmış birkaç kere başarısız olmuşumdur. Her seferinde “Neden olmadı?” diye ders çıkarıp bir daha kalkışmışımdır, bir daha başarısız olmuşumdur. Başardığım son kalkışma üzerine geri dönüp baktığımda “Hay Allah, keşke bunları düşünseydim.” demişimdir. Şimdi geldiğim bu yaşta fazla düşünüp az hareket etmenin daha doğru olmaya başladığını görüyorum, geçmişteki bu tecrübelerden dolayı.

Baha: Zor durumda kaldığınız birçok an olmuş, kitapta da bahsediyorsunuz. Bu durumlarda kendinize bir mentor, size yol gösterecek bir insan aramışsınız. Bu insanları neye göre seçtiniz?

Mehmet Gün: Benim için iletişim kurabileceğimiz insanlar olması yeterliydi. İletişim kurabileceğimiz insanlar da ancak şöyle olur:

Beni anlayabilen, benim durumuma empati gösterebilen, belki benzer tecrübeleri yaşamış olan, gitmek istediğim yol konusunda bana bir şeyler söyleyebileceğine inandığım insanlar. Bunlar da pek çok olmuyor hayatınızda. İlişkide olduğunuz insanların arasında bunlara en uygununu bulup onlarla iletişime geçmek için çalışırsınız. O insanların da kendi meseleleri ve ona göre de kendilerine özgü yaklaşımları olabilir. Size uyar, uymaz ayrı mesele. Ama onlar sizin durumunuza empati gösterip de sizin yerinize kendilerinizi koyarak tavsiyelerde bulundukları, size anlayabileceğiniz dilde konuştukları zaman şöyle bir şey çıkıyor. “O olsaymış bu durumda böyle yaparmış. Fakat ben o değilim. Yapılacak şey bu, bunun yerine ben ne yaparım, onun yaptığının yerine ber ne yaparım?” gibi bir yöntemi kullanarak etrafınızdaki herkesten bir şeyler alabilirsiniz. Bir çocuktan da yaşlı bir insandan da alabilirsiniz. Ben insanın aklına gelen soruların cevaplarının mutlaka etrafında hareket halinde olduğunu düşünüyorum. Hangi sorunuz var, o soruya ilişkin insanı bulup ona gider sorarsınız, cevabını oradan alabilirsiniz. Tam kesin cevap olmayabilir ama siz, kendi yolunuzu çizmek için o cevabı kendiniz geliştirebilirsiniz.

Furkan: Dikkatimizi çekmişti. Word programını açtığınızda orada çıkan ipuçlarından bir hayat dersi edindiğinizi yazmıştınız kitabınızda. Öyle hatırlıyorum.

Mehmet Gün: Evet, değil mi? (gülüyor)

Furkan: Kitabınızda bahsettiğiniz üzere dayınızın bürosundan biraz sancılı bir süreç sonunda ayrılıyorsunuz. Ve hatta o geceyi orada çalışan bir arkadaşınız sayesinde güvenle atlattığınızı okuyoruz. Şu anda sizinle benzer sıkıntıları çeken bir gence verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Mehmet Gün: Hani başta sordunuz ya “Köyle şehir arasında fark var mı?” diye. Köy ile şehir arasındaki farkları çok sonradan öğrendim. Ben köydeki gibi davranıyordum. Dayım da şehirdeki bir insan gibi davranıyordu. Hatta dayım açısından, köyü tanıyor ve dayım olmasının dezavantajları da olmuştur sanırım. Öyle zamanlar oluyordu ki düşünceler ve sorular içinde geceleri sabaha kadar uyuyamıyor; sabah da işe gidemiyordum. Öğleden sonra 3’te falan gidiyordum işe. Onlar “Nerede kaldın?” diyorlardı sadece (gülüyor). Yani işten de atmıyorlar beni. İşte bunun açıklaması yok, değil mi? Fakat köydeki değerler, akrabalık değerleri falan böyle gerektiriyor. Ben de öbür taraftan işten memnun değilim ama ne yapacağımı bilmiyor, başka bir imkân araştırmayı da düşünemiyorum. Ama bu durum sürüyordu. Patolojik bir durum var ortada. Bu patolojik durumu sürdürmemek lazım. Şimdi ise ben de şehirli gibi düşünüyorum sanırım. İçinde bulunduğun şartlarda bir değerlendirme yapıp artısı eksisine göre alınması gereken kararları almak lazım.

İlişkilerde çok fazla sadakat sakıncalı bence. Özel ilişkilerde sadakatten asla cayılmamalıdır. Fakat iş ilişkisi dinamikleriyle özel ilişkilerin dinamiklerini birbirine karıştırmamak lazım. Akrabaların birlikte çalışması durumlarında bunlar birbirine karışıyor. Sonuçta dostluklar düşmanlıklara dönüşüyor. Ortaklıkları bozuluyor. İş ilişkisi koparılamadığı için, sanki iş ilişkisi kopunca özel ilişkiler de kopacak gibi düşünülüyor. Bu patolojik durum insanlara çok zarar veriyor. Zaten birçok işletmede akrabalık konusu büyük bir sorundur. Ben akrabalığın birlikte çalışmaya ve ortaklığa engel olması gerektiğini düşünmüyorum. Fakat yönetmesinin zor olduğunu, o konuda bayağı bilgelik ve dikkat gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Baha: Hukuk fakültesinden yeni mezun olmuş 22-23 yaşlarındaki Mehmet Gün ile bugün tanışsanız, mesela bir kafede, ona neler söylersiniz?

Mehmet Gün: “İyi yapmışsın Mehmet! Devam et böyle!” derim. Bana böyle söyleyen birçok insan olmuştu. Mesela Sultanahmet’teki adliyede koşturarak iş takibi yapardım. Asansör falan yok o zamanlar, katlara merdivenlerle çıkılırdı. Adliye uzun bir binaydı, bir uçtan öbür ucuna uzunca bir ana koridorun zemininde aralı beyaz mermerlerle döşeliydi. İki mermerin arası 90 cm ya da 1 metre civarındaydı. Ben yürürken adımlarımı açar bir mermerden öbür mermere atlamaya çaba gösterirdim. Koşar gibi giderdim, merdivenlerden koşarak çıkardım. O zamanlar beni gören ve bilenler “Mehmet aferin, hep böyle devam et!” derlerdi. Şehir ilişkilerini yönetme kısmında ise şimdiki aklım olsaydı da bunlar nasıl yönetilebilir konusunda bir büyüğe sorsaydım derim. Fakat o zamanlar bu konuyu bilenler olduğunu da düşünmüyorum. Onun için yaşadıklarımdan memnunum ben. Yanlış yaptığımı düşünmüyorum. Hatalarım olmuştur elbette, fakat onlardan öğrenmeseydim yanlış olurdu. Hatalardan öğrenerek iyi niyetle içinden gelen yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalıştım. İnsanın gözünde bir ışıltı olması hangi şartlarda olursa olsun önemli bir şeydir. Bende o vardı. Onu hâlâ kaybetmiyorum, kaybetmeyeceğim de inşallah.

Furkan: Kitabınızda çok dikkatimizi çeken bir nokta oldu. Bütün çocukluk ve gençlik hedeflerinizi gerçekleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Fakat hedefinize vardığınızda karşılaştığınız sorun ve çirkinliklerin yaşadığınız sıkıntılardan çok daha ağır ve zor olduğunu söylüyorsunuz. Bu yolun sonunda vardığınız noktaya baktığınızda bu sorun ve çirkinliklerin olmadığı belki çok daha mütevazı bir kariyere sahip olmak ister miydiniz?

Mehmet Gün: Yok, yok. Çok ayıp olur, yazık olurdu. Bir insan içinde bulunduğu ortamı, algıladığı sorunları çözerek geliştirmekle mükelleftir. Sorunları algılayıp da yokmuş gibi kendini bir kenara çekmenin çok ayıp ve yazık olduğunu düşünüyorum. Bunu yapan birçok insan da var. Bir yerde yazlığa çekilen, yat alıp emekli olanlar da var, denizlerde tur atanlar var ve kişisel tercihleri öyleyse gördükleri ortam rahatsız etmiyor ise ona da bizim bir diyeceğimiz olamaz.

Ben ise içinde bulunduğum ortamı geliştirmek için yola çıktım. Köyde ailemin içinde bulunduğu şartları değiştirmek, kendimle birlikte geliştirmek istiyordum. Öyle diyerek yola çıkınca insan içinde bulunduğu ortama kayıtsız kalamıyor. İçinde bulunduğum ortam mutsuz etmiyor mu, evet ediyor. Ben buna karşı kayıtsız kalamam kalamıyorum. Mutsuz eden ortamı düzeltecek ne yapabilirim diyerek çalışmanın insanın varlık sebebine daha uygun olduğunu düşünüyorum. Onun için son 10 senemi Yargı Reformu konusuna ayırdım, Bu konuda zevkle, yılmadan ümitsizliğe kapılmadan çalışıyorum. Bana göre Türkiye’nin en önemli sorunu yargı. “Hukukun üstünlüğü” diyorlar da hukukun üstünlüğünün aksamasının da altında yatan sebep yargı sorunu. Bu da benim en iyi bildiğim konu. Bütün hayatım bunun üzerine geçti. Şimdi burada bütün bildiklerimi alıp cebime koyup güneyde bir sahil kasabasına gidip orada briç mi oynayayım? Hangisi daha heyecanlı? Hangisi daha çok manalı? Bana göre cevabı çok açık ve ben onun üzerinde çalışıyorum. Ben insanın kendini rahatsız eden şeyleri düzeltmek üzere çalışması gerektiğini düşünüyorum. Öbür türlüsünü günah, ayıp olarak görüyorum.

Furkan: Peki başarıya ulaştıktan sonra artık amacınızı yitirdiğinizde buhrana kapıldınız mı? Şu anda sizi bugün sabah kalkıp bir şeyler yapmaya zorlayan şey ne, hedefiniz var mı hâlâ? Yargı Reformu dediniz, onun dışında “Bunu yapmam gerekiyor.” dediğiniz bir şey var mı?

Mehmet Gün: Bu, insanın amacını yitirmesi tükenmişlik duygusuna neden olur. Bunu yaşayan birçok genç avukatın olduğunu da biliyorum. Mesela belli bir yaşa gelimiş, kendisine göre parasal hedefleri gerçekleştirmiş ve oradan sonrasını anlamsız bulan insanlar oluyor.

Kendilerini boşluğa düşmüş gibi hisseden çok insan olduğunu biliyorum. Onlar bundan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bazıları Hindistan’a aşramlara gidip kendilerini bulmaya çalışıyorlar. İşte öyle bir boşluğa düşmemek için amaçlarınızın ne olduğu, neyi gerçekleştireceğiniz konusunda kolay gerçekleştirilebilir ya da belli bir zaman gerçekleştirilince arkası olmayan bir şey değil de mana arayan bir anlayışın daha doğru olacağını düşünüyorum.

Ben amaçlarımı gerçekleştirdim mi? Mesleki olarak yapmam istediklerimi gerçekleştirdim. Ondan sonra gelenleri gerçekleştirilmek istediklerim için hâlâ çalışıyorum. Günde 14 saat çalışıyor, %80’inden fazlasında Yargı Reformu’na çalışıyorum. Türkiye’nin her tarafına gidiyorum, insanlara bunu anlatıyorum. Bu, beni sabah yatağımdan kaldıran hiç ara vermeden çalışmamı sağlayan ve tatmin eden şey. Görevimin bitmediğini, varlık sebebimin bu mesele üzerinde çalışmak olduğunu düşünüyorum. Derler ya 40 yaşına gelince insanlar arabasını ve eşini değiştirir; insan hayatının bir muhasebesini yaptığında, o zamana kadar yaşadıklarından memnun ise sonrasını da öyle sürdürebilir. Kararlarını değiştirmesi gerekiyor ise değiştirebilir. İnsanlar zaman zaman geriye dönüp “şimdiye kadar yaptıklarım nasıldı?” diye sormalı ve cevabına göre değişiklikler yapmalı. Bu genellikle 40’lı yaşlarda, menopoz ve andropoz dönemlerinde yapılıyor. İnsanların tecrübesi birikirken vücut kimyası ve düşünceleri değişiyor. Tabii ki ben de bu dönemlerden geçtim. “40’lı yaşlara gelirken günde 8 saatten fazla çalışmayacağım, 5’te bürodan çıkıp gideceğim.” demiştim. 40 yaşıma geldiğimde tam tersi oldu (gülüyor). 50’li yaşlarda “Ben şimdiye kadar hep bu davalar, sözleşmeler bir sürü şeyler onlarla uğraşıyorum. Bu, benim devam ettirmek istediğim bir şey mi?” diye sordum kendime. Cevabı artık başka şekilde yaşamak daha yüksek manalı ve katma değerli şeyler yapmak istiyorum oldu. Bu cevabı bulunca yolum ve zihnim açıldı, motivasyonum yeniden yükseldi.

Baha: Dünya artık iyiden iyiye mükemmeliyetçi ve hatayı pek kabul etmeyen bir yer haline geldi. Meslek hayatında da hatalar pek hoş görülmüyor, en azından birçok patron tarafından. Siz bir hata yaptığınızı fark ettiğinizde nasıl bir yol izliyorsunuz?

Mehmet Gün: Şöyle bir düzeltme yapacağım bu soruya. Dünya artık hataları kabul etmeyen, mükemmeliyetçi bir yer değil; hataların olmayacağı şekilde hareket edilebilen mükemmel sonuçların alınabileceği bir şekle dönüştü. Bütün sistemler, yargı sistemleri, otomasyonlar, robotlar vs. bir insanın hata yapmasını önlüyor, doğru kararlar almasını, doğru sonuçlara varmasını sağlıyor. Bunun sonucunda insanlık uzaya çıkabiliyor, Ay’a insan indirebiliyor, Mars’a gidebiliyor. Düşünsenize, Mars’a gönderdiğiniz bir şeyde bir hata var, onu geriye getireceksiniz düzeltip tekrar göndereceksiniz… Böyle bir şey olamaz elbette. İşte tek başına değil; birlikte kolektif karar alma yöntemleri, süreçler, protokoller… Bunları gerçekleştirmeyi mümkün kılıyor. Bir insanın hata yapmasını önleyecek olan bir sürü yöntemler gerçekleştirildi. Onun için devrimizin bunu kabul etmeyen değil de bunun varlığını kabul edip aşmanın yolunu bulmuş olduğu bir devir olduğunu söyleyebilirim.

Sorunuzun ikinci kısmını bir daha tekrar edebilir misiniz?

Baha: Tabii ki. Siz bir hata yaptığınızı fark ettiğiniz nasıl bir yol izliyorsunuz?

Mehmet Gün: Çok güzel. En başta, tabii ki hatayı alçakgönüllülükle kabul etmek, sorumluluğunu da almak lazım. Ben birinci olarak “ne oldu da ben bu hatayı yaptım?” diye sorar ve hata yaptığım sürece bakarım: acaba o hatayı neden yaptım? Yeteri kadar düşünmedim mi? Bilgi mi toplamadım? İnsanlara danışmadım mı? Kolektif karar almak gerekirken bireysel mi hareket ettim gibi. Hatanın olmasına neden olan şartları araştırırım. Hataya neden olan sebebi bulduğum zaman bir sonraki sefer o konuda hata yapmamı önleyecek bir tedbir almış oluyorum. Bir sonraki sefer aynı hatayı yapmamak için öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek de nerede varsa onların hepsini gözden geçirip gerekli tedbirleri alıp ikinci sefer tekrar etmeyeceğinden emin olmaya çalışmak gerekiyor. Ama daha önemlisi hata yapmak yerine hatayı yapmayacak sistemler oluşturmak. Bizim büromuzda bir “kolektif akıl sistemi” var. Ben büroyu 2000’lerin başından beri kolektif akılla kurumlaştırıyorum. Herkesle konuşarak, herkesin sesini duyarak, düşüncelerimi herkese aktararak… Biraz zor oluyor başlangıçta, ama sonrasında çok rahat oluyor. Aldığımız işlerde üç kişilik bir ekip oluşturuyoruz. Üçünün kolektif aklı sağlıklı ve dinamik sonuçlar elde etmemizi sağlıyor. Birisi süpervizör oluyor, işi bilen yol gösterebilen. Birisi doğrudan işin sorumlusu oluyor, işi yapabilen. Ama bir yol göstericisi var. Dolayısıyla kendi bilgilerine ilaveten yol göstericinin tecrübesinden de yararlanıyor. Bir de destekçi var. Yani sorumlu olanı destekleyen var. O hem öğreniyor hem de enerjisi ve zamanıyla katkıda bulunuyor. Böyle bir üçlü sistemde hem enerji hem de bilgelik var. Bu üçü bir arada olunca insanların hata yapma ihtimali çok azalıyor.

Furkan: Konfor alanınızdan çıkıp çok kere yeni serüvenlere yelken açtığınızı, daha önce karşılaşılmayan şeyleri denediğinizi görüyoruz. Bu aşamalarda bir korku hissettiniz mi? Bu korkuyu hissettiyseniz nasıl aştınız?

Mehmet Gün: Başkaları korku hissediyor olabilir ama ben korku hissetmiyorum. Mesela Yargı Reformu konuşmayı çoğu insan korkarak yapıyor. Bu siyasi bir şey olarak algılanır diye düşünüyorlar. Ben bunun korkulması gereken bir şey olduğunu düşünmüyorum. Tersine, bunları yapmak lazım, konuşmak lazım. Türkiye’de esasen böyle bu kadar korkulacak bir hukuki ortam olduğunu düşünmüyorum. Fakat öbür taraftan da şöyle olduğunu düşünüyorum. Hoşlanılmadığı zaman hataları affetmeyen bir yapılanma da var. İnsanların ilk hatasında üzerine gidiyorlar, cezalandırıyorlar gibi.

Ortam da zaten buna uygun. Onun için mesela konuşmalarınızda dikkatli olmak, faul yapmamak; faul yapınca çünkü ceza ağır oluyor. Faul yapınca “Beş dakika kenara çık!” denilmiyor yani. Gidiyorsun 3-4 sene bir kenarda yatıyorsun falan gibi oluyor. Dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum sadece. Korkmak gerektiğini hiç düşünmüyorum. Korkmuyorum da, korkmamı gerektiren hiçbir şey de yapmıyorum. Bir art niyetim yok gizli saklı bir şeyim yok. Son derece şeffafım. Kim olduğum biliniyor, değil mi? Benimle ilgili olarak şüphe yaratabilecek hiçbir durum yok. Dolayısıyla benim korkmamı gerektiren de bir durum yok. Korkaklık gösterirsem o zaman da yapmak istediğim şeyi de yapamayabilirim, değil mi?

Furkan: Bugün gençlerin hayallerinden biri yurt dışını görmek veya oraya yerleşip yaşamak. Siz de sık sık yurt dışını ziyaret ediyorsunuz. Bu geziler size neler kazandırdı? Orada neler gördünüz?

Mehmet Gün: Nasıl anlatayım? Bizim yaşadığımız dünya ile o dünyaları karşılaştırınca arada 10 katı daha refah farkı var. 10 katı daha kaliteli yaşam var. İnsanlar başka türlü daha bir insani olarak davranıyorlar. Kendi kültürümüze göre annem bana “Yolda gördüğün insana selam ver; yedi adım birlikte yürüyorsan adını öğren” derdi. Şimdi Türkiye’de insanlar yolda karşılaşınca kafasını diğer tarafa çeviriyor. Niye çeviriyorlar? Değerlerimiz insanlarla tanışmak hasbihal etmek iken bunları kaybediyoruz maalesef. Gelişmiş ülkelere gidin, bambaşka bir insanlık deneyimi yaşarsınız. Bambaşka bir düzen içinde yaşar ve kendinizi daha çok insan hissedersiniz. Mesela yaya kaldırımı yerine araçlara ayrılan yola iniyorsunuz diyelim: arabalar hemen durur. Bizde yaya kaldırımından hızlıca geçeyim deseniz uzaktan gelen araba gaza basar; sanırsınız: “Daha karşıya geçemeden yetişip ezeyim onu” der gibi. Bunun gibi her alanda çok büyük farklar var. Kendi ülkemizi ve insanlarımızı benzer erdemlere sahip olarak geliştirebilmemiz için başka ülkeleri görmemiz, kıyaslamamız, daha iyi yapanları da kötü yapanları da görmemiz lazım. Onun için mutlaka tavsiye ediyorum: herkes bir yolunu bulup en az bir sene iki sene başka ülkelerde bulunsun. Mümkün olduğu kadar seyahat etsin. Sonra gelip Türkiye’de orada gördükleri iyileri gerçekleştirecek şekilde çalışsınlar.

Furkan: Bizim için çok güzel bir deneyim oldu. Tekrardan çok teşekkür ediyoruz Mehmet Bey, çok sağ olun.

Baha: Teşekkür ederiz.

Mehmet Gün: Rica ederim, rica ederim. Sizlere kolaylıklar, başarılar diliyorum.

16 Mart 2022

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir