Bir Günde Değil’den herkese merhabalar. Bugünkü konuğumuz Avukat Orhan Fahri Başçavuşoğlu. Hoş geldiniz Orhan Bey.
Hoş bulduk. Merhaba.
Kariyerinize geçmeden önce nasıl bir çevreye doğduğunuzu öğrenmek istiyoruz. Büronuzun kütüphanesinde aile büyüklerinizden Fahri Başçavuşoğlu’nun bir kitabını görmüştük. Nasıl bir dünyaya ve çevreye doğdunuz ve bugünden bakınca çocukluğunuzu nasıl hatırlıyorsunuz?
Öncelikle teşekkür ederim. Çok mutlu bir çocukluk hatırlıyorum. Birbirine çok bağlı diyaloğu kuvvetli bir ailede büyüdüm. Biz birbirimizle çok konuşurduk, hâlâ da çok konuşuruz. Sözüm fikrim dinlenirdi ben çok küçükken bile. Birbirimizin hayatını bilirdik, birbirimizle konuşurduk, sohbet ederdik. Çok kitap okunan bir ailede büyüdüm. Her iki dedemin de kitaplığı içerisinde büyüdüm, senin de bahsettiğin, ofisteki kütüphanede hem Orhan dedemin hem Fahri dedemin o dönem aldıkları kitaplar var. Genel kültürü yüksek bir aileydi. Müzik konuşulurdu, film konuşulurdu, dünyadaki yenilikleri takip eden insanlardı ailem. Yabancı dilleri vardı, annem zaten eğitimci, babam idareci, devlet memuruydu. Annem hâlâ öğretmenlik yapıyor. Dolayısıyla da çok keyifli, kendimi çok güvende hissettiğim, çok huzurlu hissettiğim ve önem gördüğümü bildiğim bir ailede büyüdüm. Hani şimdi pedagoglar “Çocuğunuzu ciddiye alın, konuşun.” “Sözünü kesmeyin, sen bilmezsin” demeyin diyorlar ya ben onları zaten hiç yaşamadım, yani hiçbir zaman “Sen bilmezsin, sen karışma. Senin bu konuda bir fikrin olmasın.” gibi cümleler duymadım. Fazla konuşmamdan bazen şikayet ederlerdi (gülümsüyor) ama o da genetik bir miras olarak oğlumda da devam ediyor. Dolayısıyla bugünkü mesleğimi yapış şeklimde, hayatımı yaşayış şeklimde çok etkisi olduklarını düşünüyorum.
Hukuk tercihi idollerinizden kaynaklanan bir şey miydi?
Hukuk fakültesi benim çocukluk hayalim. Ben ilkokul üçte avukat olmaya karar vermiştim. Hukukçu da değil, doğrudan avukat olmaya karar vermiştim. O zamanki motivasyonumu tam hatırlamıyorum, yani avukatların yer aldığı romanları, kitapları okuyacak yaşta değildim o dönem içerisinde. Ailede hiç hukukçu da yok aslında, çok eski, kadı dedemizin zamanında Ünye kadısı olması dışında, anneannemin dedesi. Ama ben ilkokul üçte avukat olmaya karar verdim, hiç değiştirmedim bu kararımı. Üniversite sınavında tek tercih yaptım, sadece Ankara Hukuk’ta okumayı düşünüyordum. Bir tek babam ve Orhan Dedem Mülkiye mezunu ve o Mülkiye’nin “vatana evlat yetiştirme ve ülkeyi kurtaracak insan yetiştirme” motivasyonu benim için önemliydi. Hukuk Fakültesinin Siyasal’dan farklı bir fakülte olduğunu, Mekteb-i Mülkiye içerisinde olmadığını öğrendiğimde biraz üzülmüştüm ama Ankara Hukuk dışında bir şey düşünmedim, avukatlık dışında bir sınava, teste, başka bir kariyer planına da hiç girmedim.
Hala bu tercihinizden memnunsunuz, değil mi?
Memnunum, bir daha olsa bir daha yaparım. Avukatlık hayallerimin mesleği… Hayallerimin mesleğini yapıyorum. Tabii ki, kuşkusuz çok zor bir meslek ama hiç pişman olmadım.
Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesinden mezunsunuz. Sizce o yıllar kişiliğinizin şekillenmesinde nasıl bir rol oynadı?
Kuşkusuz önemli. Yani Tevfik Fikret genel kültür açısından, tartışma bilinci, sorgulama açısından önemli bir ekol. Ailemde aldığım doğrular kadar Tevfik Fikret’in de bunda katkısı olduğunu düşünüyorum. Ben staj danışmanlığı yaptığım dönemde hukuk fakültesi mezunu meslektaşlarımın bütün bir eğitim hayatları boyunca -üniversite hayatları dahil- hiç kürsüye çıkmadıklarını, hiçbir topluluk önünde konuşmadıklarını, buna ilişkin bir tecrübeleri veya bilgisi, deneyimleri olmadığını fark edip danışmanlığını yaptığım gruplarda buna ilişkin alıştırmalar yapardım. Biz Tevfik Fikret’te çok küçük yaşlarda şiir dinletisinden tartışmalara, münazaralardan konuşmalara bir çok sahneye çıkardık… Bu nosyonu çok iyi almıştık. O yüzden de Tevfik Fikret’in oluştuğum kişide çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Ankara Hukuk’tan mezunsunuz, dediğimiz gibi. O yıllara dönüp bakınca, “İyi ki yapmışım.” veya “Keşke yapmasaydım.” dediğiniz şeyler var mı?
Ankara Hukuk döneminde ben çok iyi bir öğrenci değildim aslında. Şöyle… Tek isteğim avukatlıktı ve tek okumak istediğim okulda okuyordum ama senle de daha önce sohbet ettiğimiz gibi, biz sosyal medya olmayan bir dönemde üniversite hayatı yaşadık. Dolayısıyla da nasıl bir ortama girdiğimizin çok farkında değildik. Avukatlık sektöründe rekabetin ne kadar yükseldiğinin de bilincinde değildik. Ben biraz daha sivil toplum ve sosyal hayat ağırlıklı geçen bir üniversite hayatı yaşadım. O zamanki bilinçsizliğimle de hem yabancı dil biliyor olmam hem de Ankara Hukuk’tan mezun olmam nedeniyle, mezun olur olmaz avukatlık kariyerimin çok kolay başlayabileceğini, istediğim herhangi bir büroda kariyerime başlayabileceğimi ve bu sürecin çok kolay yürüyeceğini düşünmüştüm. Çok öyle olmadı. Çok bilinçli olduğumu söyleyemem. Ankara Hukuk’ta okumak kuşkusuz çok ciddi bir nosyon katıyor. Bunu nasıl yaptıklarını bilmiyorum o dönemki hocalarımızın; ama dersi takip et, etme, Ankara Hukuk’tan mezun olduğunda, özellikle o dönemdeki saygıdeğer hocalarımızla beraber, hukuk nosyonunu almış bir şekilde mezun ettiklerini sonradan hem kıyas yaparak hem kendi yaşadıklarımızla tespit edebiliyoruz.
Kimi öğrenciler sosyal alana daha fazla ilgi gösterir, kimi ise not ortalamasına. Siz bir avukat olarak, örneğin büroya bir stajyer alırken not ortalamasına mı dikkat ediyorsunuz, sosyal anlamda kendini nasıl geliştirdiğine mi bakıyorsunuz? Yoksa her ikisi birden önemli mi?
Yani şöyle… Ciddi anlamda not ortalamasını önemseyen ve belli not ortalamasının altında başvuru dahi kabul etmeyen hukuk büroları var. Özellikle uluslararası çalışan, daha büyük, corporate hukuk bürosu dediğimiz, şirketleşmiş bürolarda bu önemli bir kriter. Bu benim için hiçbir zaman önemli bir kriter olmadı. Ama dediğim gibi, dönem değişiyor ve rekabet şartları git gide artıyor. Ben mesleğin ilk yıllarında, büroya ilk stajyer başvuruları geldiğinde, CV’sinde çok fazla sertifika, konferans, yaz stajları, kış stajları olan meslektaşlarımın öğrencilik hayatlarını biraz harcanmış görürdüm. Bu kadar kariyer odaklı ve üniversite hayatını neredeyse ikinci plana atan, o üniversite hayatında yaşaması gereken birtakım şeyleri yaşamamış, kaçırmış olarak görürdüm ve herhalde biraz sosyal hayatının eksik olduğunu düşünürdüm. Çok büyük bir anlamı yoktu bizim için CV’de yazanların. Biraz daha stajyer seçerken ofisimizin tarzına uyum sağlaması, karşılıklı bir sorumluluk duygusu hissetmemiz, o enerjiyi, öğrenme ve birlikte çalışma enerjisini almamız yeterliydi. Ama son yıllarda o kadar çok staj başvurusu almaya başladık ki, hem stajyer sayısının artması hem büromuzun biraz daha deneyimlenmesi ve bilinmesi nedeniyle. Tabii o noktada ister istemez öncelikle o enerjiyi, o sorumluluğu, o hissiyatı almadan, her biriyle yüz yüze görüşme şansın olmadan önce kağıt üstünde bir eleme sürecinden geçmek mecburiyetinde kalıyorsun. Bu sefer de Üniversite hayatını o kadar dolu geçirmiş CV’ler var ki, bu sefer tam tersi, üniversite hayatı boyunca kendine hiçbir yan katkıda bulunmamış kişiler, sanki biraz çağı yakalayamamış, tam olarak nasıl bir sektöre, nasıl bir mesleğe adım attığını fark etmemiş gibi hissettirmeye başlıyor. Bu sadece hukuk kısmındaki sertifikalar ve konferanslar değil. Kendini geliştirmek çok yönlü bir şey. Kendine kattıklarını görebilmemiz kağıt üstünde önemli olmaya başladı ama hala bunların arasında not ortalaması gibi bir şey yok. Çok da inandığım bir şey değil. Bir kere hangi üniversitede okuduğunla çok alakalı, notu kıt okullar var, daha bol okullar var. Bizim dönemimizde, Ankara Hukuk’ta A ve B şubesi arasında çok ciddi not farkları ve belli derslerde zorlanma farkları olabiliyordu, mutlaka hala vardır. O bir kriter olabilir. O not ortalamasına altı senede mi ulaşmış, dört senede mi ulaşmış? Ben, avukatlık gibi biraz daha zanaate yakın, hayatı yaşayış şeklinle, kavrayışınla başarılı olabileceğini düşündüğüm bir meslekte, hâlâ not ortalamasını pek önemsemeyenlerdenim.
Staj döneminizi verimli geçirdiğinizi düşünüyor musunuz? Özellikle Ankara Barosunda staj danışmanlığı ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesinde Avukatlık Hukuku dersi verdiğinizi gördük. Bu tecrübeniz ışığında, bugün staj yapanlara tavsiyeleriniz var mı?
Benim kendi stajım çok verimli değildi. Çünkü o dönemde bahsettiğim gibi, hâlâ girdiğim sektörün risklerin ve rekabetinin farkında değildim. Hem de kendime aşırı bir güvenle çok yoğun bir tempo gerekmediği kanaatindeydim. Bir de belki seçtiğim büro da çok uyumlu, çok saygılı, çok keyifli ama stajyere düşen görevin bir tık daha az olduğu, dolayısıyla da belki biraz daha az yoğurulduğun bir büroydu. Çok verimli geçirdiğimi söyleyemem. Bunun bana kattığı artılar da oldu ama, ona da geliriz birazdan. Bugün staj yapanlar açısından, mutlaka çok çeşitli iş görebildikleri, mesleğe bakış ve yapış şekli kendilerine örnek olabilecek büroları tercih etmelerini tavsiye ederim. Çünkü ilk usta çok önemli. Ben o anlamda hiçbir zarar görmediğim gibi, çok fayda gördüm. Evet, çok yoğun bir mesai harcayıp yüzlerce dilekçe yazmadım ama örnek alabileceğim üstatlarımla çevrili olduğum bir büroda staj yaptım. Dolayısıyla onun çok faydasını gördüm. Staj yaptığınız yer gerçekten mesleği yapış şeklinizi belirliyor. Tabii ki tüm dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi avukatlık mesleği de homojen, tek bir yapıdan oluşmuyor. Dolayısıyla mesleğini onurlu, kaliteli, tek hedefi para olmadan, mesleği doğru ve iyi bir şekilde yapmaya çalışan üstatlarından staj görmeleri kuşkusuz çok büyük bir artı sağlayacaktır.
Üniversite son sınıftaki öğrenciler staj ararken genellikle büroların içeriği hakkında bilgi sahibi olamıyorlar. Bir öğrenci, bir büronun staj için elverişli olduğunu, iyi bir ustayla çalışabileceğini nasıl anlayabilir?
Doğru bir soru. Burada bir miktar araştırma yapılması lazım. Şimdi rekabet o kadar ileriye gitti ki, zaten staj hedefleri olan meslektaşlarımın bu süreci biraz daha ikinci, üçüncü sınıfta bir araştırması, mümkünse yaz ve kış stajlarıyla bir kere hukuk dünyasıyla temas etmesi, bir avukatlık bürosunda günlük yaşantı nasıldır, kendisi hangi tarzı biraz daha tercih edecek, bunu tespit etmesi gerekiyor. Bir kere burada iyi büro, kötü büro gibi bir ayrımdan öte, o meslektaşım nasıl bir avukatlık yapmak istiyor? Yani bakın, bizim üniversite okuduğumuz dönemde bize sorsaydın, hepimiz deniz ticareti yapmak istiyorduk. Nedeninden bağımsız, böyle bir ihtiyaç olup olmadığından bağımsız bir şekilde bize en havalı gelen ders ismi olduğu için, hepimiz öyle farazi bir alanda kariyer inşa etme hayallerindeydik. Oysa ki bu mesleğin yüzlerce yapılış şekli var ve hiçbiri bir diğerinden daha üstte veya daha iyi avukat olduğu için tercih edilen alanlar değil. Bir ceza dosyalarına bakan avukatla, icra dosyalarını takip eden avukatla, danışmanlık yapan veya tahkim süreçlerini yürüten avukat arasında bir seviye ve kalite farkı yok. Bunların hepsi için önemli olan alanınızda iyi olmanız. Sizin için önemli olan da siz hangi alanda kendinizi mutlu hissediyorsunuz? Daha az insanla temas ettiğiniz, gününüzü belki bir miktar daha iyi planlayabileceğiniz, laptopunuzla dünyanın her yerinden çalışabildiğiniz danışmanlık mı sizi daha çok mutlu edecek yoksa bir insanın hayatına dokunup onun hayatında çok ciddi farklar yaratabilecek, onun özgürlüğünün peşinde koşacak bir ceza avukatlığı mı sizi daha çok tatmin edecek? Yoksa yaptıklarınızın sonuçlarını çok daha hızlı alabileceğiniz ve somut sonuçları çok hızlı görebileceğiniz icra hukuku mu sizi mutlu edecek? Bunlar birbirinden iyi, kötü alanlar değil. Bunlar bu mesleğin farklı farklı yapılış şekilleri… Daha saymadığım yüzlercesi var. Bir kere birkaç büro görüp, nasıl bir avukatlık tarzının kendilerini mutlu edeceğini tespit etmeleri gerekir. Sonrasında da bugün çok daha fazla imkan var. Bizim öğrencilik yıllarında öykündüğümüz, tanıdığımız, onlar gibi olmayı arzuladığımız avukatları az çok çevresi avukat olanlar bilebiliyordu, hocalarımız tavsiye edebiliyordu, baro çevresinde belki isimleri duyulmuş oluyordu, belki ulusal basında görmüş, tanımış olabiliyorduk. Ama bugün LinkedIn, Instagram, Facebook ve diğer tüm sosyal ağlarla, sizin yaptığınız gibi yayınlarla, dergilerle, röportajlarla genç meslektaşlarım yüzlerce avukatı tanıyabiliyor, onların görüşlerini dinleyebiliyor. Belki bürolarının içine girebiliyor, günlük hayatlarını bilebiliyor. Dolayısıyla da çok daha fazla örnek var önlerinde, buna göre de bir araştırma yapma ve nasıl tarzda bir büroda staj yapacaklarını tercih etme şansları bir miktar daha fazla.
2010 yılında kendi büronuzu kurdunuz. O günlere gittiğimizde, hiç kaygı duydunuz mu? Büronuzu inşa ederken nelere dikkat ettiniz? Buradan hareketle, kendi bürosunu kurmak isteyen genç meslektaşlarınıza önerileriniz var mı?
Kaygı duyulmaz mı? Tabii ki kaygı duydum. Daha doğrusu, kaygı büroyu kurarken “Yapabilecek miyim?” kaygısı değildi. Yapmak istediğim mesleği yapıyordum. Bu mesleğin özünde bağımsız yapılması gerektiğini düşünüyordum. Dolayısıyla büro kurmaya ilişkin bir endişem yoktu ama büroyu kurduktan sonra bugüne kadar ve bugün dahil, tabii ki birçok günümüz çok kaygılı geçiyor. Biz krizle uğraşan bir mesleğiz. İstediğimiz kadar keyifli bir çalışma ortamı oluşturalım, gergin bir iş yapan bir mesleğiz. Süreçleri doğrudan kendimizin yürütmediği ve dış etkenlerle bütün planlarınızın alt üst olabileceği bir mesleği yapıyoruz. Çok zor ekonomik şartlarda yapıyoruz bunu, çok zor bir rekabet ortamında yapıyoruz. Hem dünya hem ülke açısından ciddi bir ekonomik kriz içerisinde yapıyoruz. Dolayısıyla, kaygı baki. Kaygıdan kurtulacağımız bir gün olur mu, onu bilmiyorum. Ama zaten aslında zevkli olan da o. İnsan, başarmak istediği hedefler olduğu müddetçe bu motivasyonu içinde bulabiliyor. Hiçbir kaygısı olmayan bir insanın her sabah kalkıp böyle gergin, böylesi zor ve böylesi riskli bir mesleğe kendini motive etmesi çok kolay olmasa gerek.
Ben kendi büromu kurarken, bu ofiste de, bir önceki ofiste de, hep şunu yaratmaya çalıştım. Bazen bunu konuşmalarımda da söylerim. Ankara’da 22 bin avukat var, her konuşmada bu sayı değişiyor tabii. Zaten aslında aradığımız sorunun cevabı bu. “Niye kalan 21 bin 999 avukata değil de sana vekalet vereyim? Seni diğerlerinden farklı kılan ne?” Tabii ki tek başına ofisinizin fiziki şartları bu farkı yaratmak için yeterli olmaz ama bu bütünün bir parçasıdır. Hep bir tarzımız olabilsin istedim, bir farklılık yaratabilmek istedim. Bu kendinde de, ofisinde de bir bütün. Aslında avukat olarak bizim sunduğumuz hizmet, bir noktada kendimiziz. Evet, bizim bilgimiz ama bir yandan da bu sadece hukuk bilgisiyle yoğrulabilecek bir bilgi değil. Bugün avukatlık biraz daha hukuk risk yönetimi gibi, önleyici avukatlık gibi, özellikle bizim tarzımızda şirket danışmanlığı yapan işlerde biraz daha olabilecekleri öngörüp olmamasını sağlamak üzerine de bir çabayı gerektiriyor. E bu da tek başına hukuk kitapları, makaleleri okuyarak edinilecek bir bilgi değil. Hayatı tanımak lazım.
Hep genç meslektaşlarıma ve meslektaş adaylarıma aynı şeyi söylüyorum. Siz farklı olduğunuz sürece sunduğunuz hizmette de fark yaratabilirsiniz. Seni farklı kılacak şeyler evet diplomaların, notların, aldığın sertifikalar, katıldığın eğitimler olduğu kadar izlediğin film de seni farklı kılacak, dinlediğin müzik de seni farklı kılacak. Gördüğün ülkeler, gördüğün şehirler, yaşadığın deneyimler de seni farklı kılacak. Dolayısıyla kendine ne kadar çok artı değer katabilirsen sen ne kadar farklı bir insan olma ve daha kültürlü, daha geniş bakabilen bir insan olma yolunda gidebilirsen o noktada daha kapsayıcı, daha kaliteli bir hizmet verebileceksin bence ve fark edileceksin.
Az önce krizden bahsettiniz. “Her gün yeni bir kriz” dediniz. Peki bu denli büyük krizlerin arasında -çok büyük bir stres aslında avukatlık mesleği- bu stresle baş etme yolunda özellikle uyguladığınız bir metot var mı?
Yok, özel bir stres metodum, hani meditasyon, yoga vs. gibi yöntemler kullanmıyorum; ama bunları kullanabilenlere tavsiye ediyorum. Özellikle genç meslektaşlarıma yine aynı şeyi söylüyorum, depresyonda, sıkıntıda, gergin olduklarından bahsedenlere. Türkiye gibi yaşama şartları zor bir ülkede bu kadar zor bir mesleği yaparken gergin ve depresif olmak çok ilginç bir sonuç değil. Dolayısıyla bunu rahatlatacak buldukları her formülü uygulamalarını şiddetle tavsiye ediyorum.
Benim özel bir formülüm yok. Ben stresi bir hayat, enerji kaynağı olarak da görebiliyorum bazen. Çok tekdüze ve çok krizsiz bir ortam çok hayal ettiğim ve istediğim veya olursa nasıl reaksiyon vereceğimi bildiğim bir alan değil. Bu işin doğasında var. Bir kere o krizlere doğru yaklaşmak önemli. Çünkü bizim işimiz kriz çözmek, yani biz kriz yaratamayız, biz müvekkillerin krizlerine çözüm olmaya çalışan yapılarız. Tabii ki kendi iç krizlerimiz, bürosal aksaklıklarımız, sıkıntılarımız olabilir. Bunlara ilk başta daha tepkisel reaksiyonlar verebiliyorsunuz daha genç yaşlarda ama her krizi atlattığında aslında kendine güveniyor ve bir sonraki krizin çözüleceğine ilişkin daha güvenli hissediyorsun. Hani dedin ya “Endişeleriniz var mıydı büroyu kurarken?” diye. Dediğim gibi kurma aşamasında değil ama bu mesleği yaptığım günlerde “Bu gece sabahı bulmaz.” dediğim tabii ki çok gece oldu, tartışmasız. Hâlâ da oluyor, hâlâ da olacaktır ondan hiç şüphem yok. Ama bulduğunu gördükçe, o sabah güneşin doğduğunu, tekrardan bir şekilde işlerin yoluna girdiğini, o sıkıntının çözüldüğünü, onun da geçtiğini gördükçe aslında rahatlıyorsun.
Bir iki yerde bir kesit video izlemiştim, Tom Hanks kendisinden biraz daha genç oyuncularla konuşuyor ve diyor ki “Kendini çok üzgün hissediyorsun hiçbir şey çözülmeyecek gibi hissediyorsun, büyük sıkıntılar hissediyorsun, emin ol geçecek.” diyor “Ama kendini mükemmel hissediyorsun, her şeyi çözmüş gibi hissediyorsun, sonunda başarmış gibi hissediyorsun. “Emin ol bu da geçecek.” Aslında öyle yani. Dalgalanan bir denizde yaşıyoruz, Aşık Veysel’in dediği gibi, uzun ince bir yolda. Bunun virajı, yokuşu, inişi, çıkışı olacak. Bunları yaşadıkça bunun olacağını biraz daha kabulleniyorsun. O zaman o krizler sana dünyanın sonu gibi gelmemeye başlıyor. Bunu çok erken yaşta nasıl edinebilir genç meslektaşlarım dersen bir formülüm yok. Yani işte maydanoz kaynatıp içince bir anda kriz yönetimini elde ediyorsun gibi bir şey yok (gülümsüyor). Aslında ne kadar çok sürecin içinde olursan, ne kadar çok risk alır ve hayatı hem mesleki hem gerçek anlamda ne kadar yaşarsan o kadar deneyim elde ediyor, o kadar sorun çözmeye alışıyorsun.
Ben staj dönemindeki meslektaşlarıma hep aynı şeyi söylüyorum. Stajın şöyle bir kıymeti var. Danışmanlık yaptım sınıflar içinde, ofisimdeki beraber çalıştığımız meslektaşlarımız için de geçerli. Hata yapın… Hiç hata yapmıyorsanız bir şey yapmıyorsunuz anlamına gelir.
İkincisi hata yapın benim elimde silgi var, yani vekalet benim adıma, … Dolayısıyla sizin stajyer olarak yapacağınız hatayı ben silebilirim, şimdi hata yapın ki yarın o ruhsatı alıp cübbeyi giyip mesleğe başladığınızda kimsenin elinde silgi yok, senin elinde dahi silgi yok. Dolayısıyla orada hatalarınla yaşamak zorunda kalacaksın.
Ne kadar erken, ne kadar sorumluluk yokken hata yaparsan aslında o hatalardan aldığın derslerle de bir sonraki krizlere daha dayanıklı oluyorsun.
Peki bu endişe ve stresin arasında hiç yorulup, umutsuzluğa düşüp, “Her şeyi bırakıp gideceğim” dediğiniz anlar oldu mu?
Hiç olmadı, hiç olmadı. Ben dediğim gibi hayallerimin mesleğini yapıyorum, dolayısıyla ben bu mesleği bir başka alternatif içerisinden seçmiş değilim. Olmayı düşündüğüm başka bir şey yok. Başka bir meslek şevki, başka bir sıfat, unvan yok. Dolayısıyla bırakıp gitmeyi hiç düşünmedim. Dediğim gibi “Sabah olmaz.” dediğim geceler oldu ama bırakıp gitme düşüncem olmadı.
Bir de benim yaşadığım hayatı, yaşadığım koşulları da seven ve buna sahip çıkan bir yapım var. Hani bazı insanlar 50’li 60’ları için işi biraz daha rutine bindirince Datça’ya İzmir’e Foça’ya yerleşme hayali kurarlar. Bende o da yok. Ben hatta onu söyleyen arkadaşlara diyorum ki, “Şimdi git, Yani bir tane hayat yaşıyoruz ve senin o iddia ettiğin yaşta ondan o kadar keyif alacağının garantisi yok.” Hayalin Datça’da yaşamaksa buyur Datça orada. İnsan bir şekilde ekmeğini çıkartır, bilinçli, iyi yetişmiş, kendine güvenen, ne istediğini bilen bir insan hem orada isterse mesleği ile isterse bir başka yöntemle yaşamanın bir yolunu bulur. Benim böyle bir ara hedefim olmadı yani. Ben büyükşehirde yaşamak istiyorum. Bunun da Ankara olmasını istiyorum. Bu mesleği yapmak istiyorum. Dolayısıyla kaçacağım bir yer de yok, çünkü öyle bir hayalim de yok.
Ben olmak istediğim yerdeyim, olmak istediğim ülkede, şehirde, meslekteyim. Değiştireceğim bir meslek de yok. Cevabım hayır yani, bırakıp gitme gibi bir düşüncem olmadı ama zorlandığım günler oldu ve olmaya devam ediyor. Bunun olup bittiğini iddia etmek hiç haddim de değil, onun için çok da erken. Öyle bir noktada da görmüyorum kendimi.
Zaten belki de en büyük problem olmak istediğin yerde olmamaya devam etmek ve sonrasında hani der ya Schopenhauer, “Yaşlıların yüzünde hep bir hüzün vardır, stres vardır.” Belki de o bırakıp gitme anında gidememekten o dediğiniz.
Olabilir evet, böyle bir şeyi tespit ettiğin anda bunu yapmak gerekiyor. İnsan hayatta bazen kaybederken kaybettiğini fark etmeyebiliyor. Hep bir umudu olur insanın, ters gittiğini düşündüğü şeyin düzeleceğine dair bu her neyse. Biraz daha farkında yaşamak lazım, dediğin doğru. Mutluluk bir hedef gibi değil aslında. Yaşamın içerisinde bir parça. Rahatsız olduğun bir hayatı bir gün, bir şey yaşanacak ve değiştireceğim umuduyla devam ettirmenin çok anlamı yok. Çünkü yaşadığın gün bugün. Tabii ki geleceğe dönük planlar yapıyoruz, hedeflerimiz var hayallerimiz var, umutlarımız var ama bugünden vazgeçip, bugünü yok edip o gün için yaşamak anlamına gelmiyor yani. Bugünün içindeyiz, bir yolculuk hayat.
Dedim ya, ben genç meslektaşlarıma “Neden size vekalet verilsin sorunun cevabını arayın, bunun cevabını bulun.” dediğimde “Siz bunun cevabını buldunuz mu?” diyorlar. Ne haddime? Bu soruyu sormak aslında seni farklı kılan, bu sorunun cevabını arama yolculuğu aslında belki de seni biraz daha farklı kılan. Bu sorunun cevabını bulduğun gün ne amaçla yaşamaya devam edeceksin ki önemli olan bu arayışta olmak, bu yolculuk zaten hayat. Varmak istediğiniz bir hedef yok ki. Sonuçta faniyiz hepimiz, bu hayatımızı sonlandıracağız.
Çok da kısa hayat, maalesef (gülüyor).
Evet ve belirsiz.
22.000 avukattan bahsettiniz, 21.999 kişiden farklı olmaktan. Gördüğümüz kadarıyla genç avukatlar müvekkile ulaşma konusunda da ciddi bir kaygı duyuyorlar. Bu konuda sizce -tabii ki bir kısa bir yolu yoktur muhtemelen ama- şu yolu izlerseniz daha iyi olur diyebileceğiniz bir yol var mı?
Buna “çalışmak” dışında verebileceğim bir cevap yok. Benim için de bu yolculuk bitmiş değil, benim için de bu arayış bitmiş değil. Biz de her gün hala daha iyisi olmak için çalışıyoruz. Ama şu illüzyondan kurtulmak lazım. Birileri ticaret hayatının içine doğduğu için ilişkileri çok kuvvetli olduğu için hayat veya şans ona öyle denk geldiği için başarılı değiller. Hak etmeyen insanların hak etmediği noktalarda, yerlerde olduğu durumlar yok mu? Kuşkusuz var.
Dünyanın âdil bir yer olduğunu kimse iddia etmiyor; ama şans bu işin içerisinde çok geçerli değil. Bize en sık gelen soru o bana da tüm eğitimlerimde sohbetlerimde gelen soru o. Bir uzmanlaşma öneriyorum ben çoğu zaman “Peki biz uzmanlaştık peki bize o iş gelecek mi?” Sen uzmanlaştıysan bir noktada gelir ama uzmanlaşmak büronu açtığında internet sitene “enerji hukuku, fikri sınai mülkiyet hukuku, reklam hukuku, IP hukuku” yazmakla olmuyor. Uzmanlaşmak gerçekten o alanda okumak öncelikle. O alandaki tüm yayınları, özellikle Türkçe ve İngilizce takip etmek, sonra bunun üzerine kafa yormak, bunun üzerine yazmak, bunların tartışıldığı ortamlara girmek. Bunların tartışıldığı kişilerle tanışmak, fikirlerini dinlemek ve kendi fikirlerini belki dile getirmek… Sonrasında gerçekten bir uzmanlık noktasına ulaşırsan evet, o gün zaten o pas sana gelir gol yaparsın. Yani biz hayatta pas olduğunu fark etmediğimiz bir sürü pas alıyoruz. Senle konuşmuş muyduk daha önce bilmiyorum. Benim eğitimlerde izlettiğim bir video var. Kısaca anlatayım.
Cengiz Ünder Roma’da oynuyor ya, sakatlanıyor Cengiz Ünder ve Roma kulübü onun sakatlık dönüşünde gol kliplerinden oluşan bir kolaj yayınlıyor. Ricardo isimli bir genç de onun altına “Bu golü ben de atarım.” yazıyor. Sonra bir reklam kampanyası, Hyundai’nin bir viral reklamı bu. Reklam kampanyası içerisinde bizim Ricardo’yu Roma stadyumuna götürüyorlar ve bir mizansenle aynı golün pozisyonunu yaratıp “Haydi at golü!” diyorlar. Arkasında fon müziği ile falan, izlemesi eğlenceli bir video ve golü atamıyor tabii ki. Çünkü atamazsın. Boş kaleye o golü atmak için bile Cengiz’in arkasında ve diğer tüm profesyonel futbolcuların arkasında binlerce saatlik antrenman var. Bunun ağırlık çalışması ayrı, koşusu ayrı, vuruş tekniği ayrı, pozisyon bilgisi ayrı antremanı var, doğru yerde doğru noktada olmak var. O noktada olana kadar harcadığın enerji ile nefesini, nabzını kontrol edebilmek var. Ayağına doğru açıyla vurmak var. Uzatmak var. Kasığında doğru güç olup o topa kaleye gideceği doğru şekilde vurmak var. Bu binlerce saatlik çalışma gerektirir. Bu binlerce saatlik çalışmayı yapmayıp “Bana hiç pas gelmiyor ki gol yapayım.” duygusu aslında biraz sorumluluğu üstünden atma çabası. Hayır, aslında insanın sorumluluğu kendi elinde. Tabii ki herkes eşit şartlarda başlamıyor hayata, tabii ki herkes aynı olanaklarla doğmuyor ama bir kere hukuk fakültesi mezunu olmuş veya en azından hukuk fakültesi öğrencisi bir kitleye sesleniyoruz değil mi? Hukuk fakültesi öğrencisi olabilme statüsüne erişmiş bir şekilde. Dolayısıyla artık orada eşitleniyoruz, hepimiz hukukçuyuz.
Uzmanlaşmak istediğin alanda gerçekten uzmanlaş. Ondan sonra o pas sana gelir. Bunu yapmana rağmen gelmiyorsa tartışalım ama aslında gelen bugün içerisinde bile gelen bir sürü pası auta atıp ondan sonra da “Bize hiç hayallerimizdeki iş veya müvekkil adayı gelmiyor.” iddiası çok geçerli gelmiyor bana.
Peki yoğun iş hayatınız size başka şeylerle uğraşma imkanı sağlıyor mu?
Sağlıyor… Şöyle. İnsan zaten aynı anda birden fazla karpuzu taşımak zorunda olan bir canlı. Öğrencilik döneminde yanlış bir deneyim elde ediyoruz hepimiz. Özellikle de hukuk fakültesi öğrencileri. Diğer mesleklerde bu kadar görmedim. Bizde genelde devam zorunluluğu biraz daha az olduğu için ve genelde bir dönem bir sınav gibi bir sistem uygulandığı için. Ankara Hukuk’ta vesaire.
Biz nasıl bir öğrencilik hayatı yaşarız? İşte gezeriz, tozarız, eğleniriz. Vize dönemi bütün telefonları kapatır, sosyal hayatı sıfıra indirir, eve kapanır çalışırız, vizeye gireriz, çıkarız yine kitapları atar, dört ay gezer ve sonra final zamanı eve kapanırız. Bu tamamen öğrencilik hayatında olabilen bir şey.
Meslek hayatına başladıktan sonra artık hayat böyle değil. Sen hayatının bir döneminde müvekkillerine dönüp “Benim çocuğum hasta ben bir süre size avukatlık yapmayacağım, sadece çocuğumla ilgileneceğim.” veya tam tersi çocuğuna gidip “Ben bir süre sana babalık yapmayacağım, biraz müvekkillerle ilgileneceğim.” diyemiyorsun. Bir sürü karpuzu aynı anda taşıman lazım ve aslında karpuzların arttıkça da o daha kendi içerisinde sisteme giriyor.
Sadece mesleğiyle ya da sadece işiyle uğraşmak bir insanın bir noktada kısırlaşmasına yol açar ve aslında bir gün içerisinde ne kadar aktif çalışırsak çalışalım, emin ol sen de bir kendi hayatına bak, boşa geçirdiğimiz de bir sürü saat var. Bu da ihtiyaç. İnsan her an verimli bir şey yapmak zorunda değil tartışmasız. Ama bunu biraz daha sistemli bir şekilde düzenlersen hem sosyal hayatına hem özel hayatına hem mesleğine vakit kalacaktır. Tabii ki özellikle büyükşehirde yaşıyorsan yoğun olarak bir koşturmaca içerisinde olacaksın amahepsini de bir hayata da sığdırabilirsin. O yoğunluk da aslında seni daha verimli bir insan haline de getirir.
Son sorumuza geldik, aynı zamanda konsept sorumuz. 22 yaşındaki Orhan Fahri Başçavuşoğlu ile bugün bir kafede karşılaşsanız ona neler söylersiniz?
(Gülümsüyor) Evet, bunu bir önceki röportajlarından duydum. Yani çok zor bir soru aslında. Çünkü bugünkü aklımla 22 yaşına dönmek istemezdim çünkü o zaman o, o günkü Orhan olmazdı, bu da bugünkü Orhan olmazdı. Hani hayatımda geçirdiğim dönemlere keşke dediğim bir şey yok çünkü seni sen yapan bir şey, hatalarınla günahlarınla.
Bir tek şunu yapabilirdim, bunun imkanını sağlayabilirdim. Ben dört senede mezun oldum Ankara Hukuk’tan ve hayalim olduğu için tek hayalim bir an önce o cübbeyi giyip meleğe başlamaktı. Acele etme diyebilirdim.
Bir sene bir şey yapma. Bir sene al sırt çantanı. O zamanki maddi durumumu hatırlamıyorum ama. İşte bir Work and Travel veya orada bir başka yapı bulabiliyorsan yurt dışına, yurt dışını yapamıyorsan Türkiye’ye. Bir sene… Bir daha ondan sonra ömrün boyu çalışacaksın, bir sene es ver ve aslında biraz daha hayatı tanı, biraz daha başka şeylere bak. Biraz kaybol yollarda, biraz bilmediğin insanlarla tanış ondan sonra gel başla, bir yere kaçmıyor meslek ve ömür boyu da yapacaksın.
Bir sene geç başlamak seni geriye düşürmez derdim. İnanılmaz bir acelem vardı mesleğe başlamak için. Hâlâ da dediğim gibi bundan bir pişmanlığım yok, kendi adıma doğru mesleği yaptığımı düşünüyorum ama o bir senelik kendine ayrılmış… Aslında kendine ayrılmış derken televizyon karşısında Netflix izlemekten bahsetmiyorum, zaten Netflix de yoktu o zaman da. Bir sene rutinden çıkıp o sırt çantasıyla biraz daha kendini arayıp öyle gel. Bir yere kaçmıyor meslek diyebilirdim.
Çok teşekkür ederiz Orhan Bey, çok keyifli bir röportaj oldu bizim için.
Ben teşekkür ederim, Sağ olun.
Çok keyifliydi. Emeklerinize sağlık, teşekkür ederim