Av. Ahmet Şakir Uzun Röportajı

Konuğumuz Ahmet Şakir Uzun 1953 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İzmir’de tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini 1978 yılında bitirdi, 1980 yılında avukat olarak İzmir Barosuna kaydoldu. Birçok spor kulübü ve spor federasyonunda görev aldıktan sonra İzmir Barosunda Sayman ve Genel Sekreterlik görevleri ile Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu. En son Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği görevini 2021 yılında tamamladı. Halen İzmir Barosuna bağlı serbest avukat olarak mesleki çalışmalarını sürdürmektedir.

Furkan: Çocukluğun insanın karakteri üzerinde derin etkiler bıraktığı biliniyor. Siz nasıl bir dünyaya doğdunuz? Çocukluğunuzdan hatırınızda kalan neler var?

Ahmet Şakir Uzun: Ben biraz güzel bir dünyaya doğdum aslında. Evimiz çok huzurluydu, annem ve babam birbirlerini çok seviyorlardı. Bizim evde değil kavga, yüksek sesle tartışma bile olmazdı. Bize bıraktıkları belki de en büyük ders, hayat görüşü buydu. Annem Giritli, babam Ahıska Türkü. Yani iki tane ayrı kültürün birleşmesiyle oluştuğumuz için, her iki kültürden de eserler gördük. Onların bilgileriyle, genleriyle bizim de kültürümüz gelişti. Bu bakımdan kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü hem batı kültürü hem doğu kültürü var, hem Avrupa’da su içmişliğimiz var, hem Türk kökeninden gelen DNA’lar var. O bakımdan, bayağı şanslı hissediyorum. İzmir’in de iyi bir semti, o zaman Eşrefpaşa… Orada doğduk, büyüdük, gençliğimizi orada geçirdik. Tabii oraya genelde Giritliler yerleştirildiği için daha çok mahalle kültürü var. Bir iki katlı evler vardı ve genelde bütün zamanımız mahallede geçiyordu. Yani okuldan döndükten sonra gündüz mahallede top oynuyorsun, mahallede vakit geçiriyorsun. Akşam olunca da herkes kapının önüne çıkıyor, komşuluk ilişkileri çok gelişmiş, herkes birbirine yardım ediyor. Büyük bir dayanışma, imece alışkanlığı var. Bu nedenle de, dediğiniz gibi, insanın kişiliğine çocukluğunun çok büyük bir etkisi olması, benim de kişiliğimi o yönde etkilemiştir. Bir yerde de, kişiliğimin çabuk yer bulmasını sağlamıştır.

Baha: Başarılı bir avukat olma yolunda, meslek hayatınızın başında nasıl bir yol izlediniz?

Ahmet Şakir Uzun: Çocukluğumdaki o kültür bize büyük bir avantaj sağladı. Nedir o avantaj? Ailem ilkokulu bitirdikten sonra beni bir işe verdi. Bunlar öyle çok önemli işler değildi belki ama marangozluktan gazeteciliğe kadar, tuhafiyecilikten medikalciliğe kadar her sene ayrı bir işe girmem -para hiç önemli değil, adresi belli olsun, çocuk sokakta haylazlık yapmasın, çalışmayı öğrensin diye- bana ne kazandırdı? Çok büyük bir genel kültür kazandırdı. Başarılı bir avukat olmak için muhakkak entelektüel birikime sahip olmanız lazım. Dar bir bilgiyle maalesef bu meslek yapılamıyor çünkü hepimiz biliyoruz, hukuk bir derya. Bu deryanın bir kenarında hepimiz çalışıyoruz ama deryanın öbür kenarlarını bilmezseniz, bu deryada başka nereler var bilmezseniz, yani dünya üzerindeki denizlerdeki konumunuzu bilmezseniz pek başarılı olamıyorsunuz. O bakımdan bu mesleği başarıyla yapabilmeniz için kendi bulunduğunuz, çalıştığınız alanı çok iyi bilmeniz gerektiği gibi, diğer alanları da belli bir derecede bilmeniz gerekiyor. Gençliğimdeki bu genel kültür ve bunun yanında her sene çalıştığım yerde yeni kişiler tanımak, yani çevre yapmak… Her zaman söylediğim bir şey var, ulema olsanız, alim olsanız, profesör olsanız çevreniz yoksa pek müvekkil gelmez. Ne kadar çok çevreniz varsa o kadar rahat iş geliyor. Tabii ki iş işte öğreniliyor, muhakkak bir pratik yapmanız, uygulamadan geçmeniz gerekiyor ki o konuda dört dörtlük bir bilgiye sahip olun. Yani başarılı bir avukat olmak için yalnızca okumak, araştırmak yetmiyor, uygulamayla araştırmanın atbaşı yürümesi gerekiyor. 

Furkan: Peki önceki soruyla bağlantılı olarak, değişen dünyayı da göz önünde bulundurarak, bugün genç bir avukat olsaydınız nasıl bir yol izlerdiniz? Mesela kendi büronuzu mu açardınız, yoksa birinin yanında mı çalışırdınız?

Ahmet Şakir Uzun: Ben yine kendimden örnek vereyim, bugüne geleyim. Ben stajım biter bitmez kendi büromu açtım. Neden açtım? Çünkü çevreme güvendim. Akrabalarımıza güvendim, babamın çevresine güvendim. Hemen büromu açtım. Benimle beraber staj yapan bazı arkadaşlarım da büro açtı, bazıları da birilerinin yanında başladı. Kendi bürosunu açan avukatların daha çabuk bu alana adapte olduğunu ve daha çabuk başarılı olduğunu gördüm. Başka meslektaşlarımızın yanına giren arkadaşlarımız üç sene, beş sene veya kaç sene çalıştıysa, bize hep şunu dedi:

“Bu dönemlerime yazık oldu. Keşke ben de daha önce açsaydım.”

Aslında her stajyer avukatın veya genç avukatın gönlünde kendi bürosunu açmak yatar. Yıllar evvelden bir büronun faydalı bir elemanı, ekip insanı olarak yetiştirmemişse kendini, herkes “Kendi büromu açayım, kendi işimi yapayım.” der. Çünkü avukatlık her zaman bir fırsat demektir. Bugün büronun kapısını kimin çalacağı hiç belli olmaz, bir anda çok büyük bir iş de gelebilir. Bu da sizi yeni bir ufka getirebilir. O bakımdan ben tabii ki kendi bürolarını açmalarını tavsiye ediyorum ama tabii ki o zamanki gider şartlarıyla şimdikiler çok farklı. O zaman biz bir işle işi çevirebiliyorduk, şimdi maalesef öyle değil. O bakımdan, arkadaşlara üç kişi, beş kişi bir araya gelerek büro açmalarını tavsiye ediyorum. Böylece giderler bölünüyor. Bu Avukatlık Kanunumuza da uygun. Gider ortaklığı da olabilir, gelir-gider ortaklığı olabilir veya Avukatlık Kanunu’nda belirtilen avukatlık ortaklığı gibi bir yöntem de olabilir. 

Bize göre bilgiye ulaşmaları daha kolay. Bizim zamanımızda tabii internet yok, bilgisayar yok, ben hukuk fakültesinde okurken Yargıtay Kararları Dergisi çıkmıştı. Nasıl akıl ettiysem o dergiyi birinci sayısından itibaren almaya başlamışım. Büyük bir külliyat oldu o bizim için, ilk sayılar herkeste yok. Herkes üçüncü ciltten, dördüncü ciltten başlamış almaya. Şimdi öyle değil, elinizdeki telefondan hemen bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Dergiyi alıyorsun ama indeks yok, fihrist yok. Hangi karar hangi cildin hangi kitabında, onu da araştırmanız lazım veya not tutmanız lazım, fihriste kaydetmeniz lazım.  Külliyatlar vardı, kanunlar dizisi. Şimdi o zorluklar yok. Bilgiye çok kolay erişebildikleri için şimdiki arkadaşlar o yönden çok avantajlı. Bilgiyi bulabiliyorlar veyahut kişilere de ulaşabiliyorlar. İnternette görüyorum şimdi, birçok grup var. O gruplarda biri zorlandığı bir konuda yazı yazarsa hemen o konuda uygulama yapmış, tecrübeli arkadaşlarım “Şöyle yaparsanız sorun çözülür.” diye açıklama yapıyorlar. Bunlar da şimdiki arkadaşlarımızın işi için çok verimli. 

Tabii, temelde dünya küçülüyor. Artık Amerika’yı bilmek, keşfetmek çok zor değil. Dünya küçülünce bilgi elimize geliyor. Takdir edersiniz ki Kara Avrupası Hukuk Sistemi’ni aldığımız için, bizde güven esaslı, bireysel bir hukuk anlayışı var. Değişiyor mu? Değişiyor. Ama Amerika veya Avrupa’nın bir kısımlarında avukatlık daha çok bir ticari iş, bizim gibi daha çok güvene dayalı değil. Orada da belki güven var ama reklam verebiliyorsun, şirketler oluşturabiliyorsun. Yavaş yavaş oraya gidiyor gibi… Düşünebiliyor musunuz? Bin tane avukat çalışıyor bir firmada ve adamlar dünyaya hizmet veriyor. Bizde de var İstanbul’da, 24 saat nöbet tutan. Çünkü saat farkına göre Amerika’yla Uzak Doğu’yla irtibatta olmak gerekiyor. Onlar aradığında “Biz kapalıyız.” deme şansımız yok. O bakımdan, buna doğru bir gidiş var. Bizde de zannederim ki bundan sonra avukatlık kanunlarında bu yönde bir değişiklik olacak. Çünkü neden? Çalışıyorsunuz kırk yıl, bir müvekkil portföyü oluşuyor, bilgi, know-how oluşuyor. Büroyu kapattığınızda bunların hepsi boşa gidiyor. Halbuki onlar belki avukatın emeklilik primi, belki kıdem tazminatı gibi bir şey olması lazım. Bunları devredemiyoruz. Ama bizde de öyle bir sistem, yani birlikte çalışma usulü gelişirse tek odalı yazıhanelerden daha geniş, şimdi görüyorum ben, plazalarda bayağı geniş bürolar tutuluyor, hoşuma da gidiyor. Oralara geçiş olacak muhakkak. Oralarda çalışma usullerini arkadaşlarımızın geliştirmesi, öğrenmesi gerekir diye düşünüyorum. Yani bizim mesleğimiz dünyanın ilk dönemlerinden beri var. Öbür mesleklerin çoğu kaybolurken bizimki neden var olmuş? Çünkü biz devamlı değişime ayak uydurmuşuz. Değişim ne gerektiyorsa yapmışız. Önceleri sözlü yargılama usulü varsa sözlü yapmışız, saatlerce. Sonra yazılıya dönmüşüz, yazılı yapmışız. Şimdi internet gelmiş; internete, bilgisayara uymuşuz. Şimdi en son SEGBİS, UYAP çıkmış. Hep bunlara uymuşuz ve bu nedenle dünyada var olmaya devam etmişiz. Direnseydik, “Hayır, biz daktiloyla devam edeceğiz!” deseydik, bizim meslek de yok olup gidecekti. Çünkü hayat, takdir edersiniz ki boşluk kabul etmez. O boşluğu birileri dolduracaktı. Biz de yıllardır aynı mantıkla, değişimlere uyum sağladığımız için mesleğimiz gidiyor. Genç arkadaşlarımın da bu değişimler doğrultusunda kendilerine hedef koymaları gerekiyor. 

Furkan: Peki sizi hukuk fakültesi okumaya iten şey neydi? Hayaliniz bu yönde miydi yoksa sonradan oluşan bir tercih mi oldu?

Ahmet Şakir Uzun: Konuşmamın başında dediğim gibi, çevrem, ailem… Babam adliyede memurdu, uzun yıllar adliyede olduğu için onun yanına gider gelirken o havayı küçük yaşlarda, ortaokul, lise ayarlarında tanıdım. Adliyede eski adıyla başkatip, yeni adıyla kalem müdürü akrabalarım vardı baba tarafından. Devamlı onların yanına gider, otururdum. Daktiloyu ortaokulda öğrendim. Tabii o zamanlar bu kadar olanak yok. Mesela bir yazı yazılacak mahallede, daktilo yok. Kim yazacak? “Hadi Şakir, senin tanıdıkların var adliyede. Git, şunu bir tanıdıktan yazdırıver.” Ben gidiyordum tabii, kalemde bir daktiloyu ödünç alıyorduk. Ne yazılacaksa yazıyorduk. Bu sefer daktiloyu öğrendik, oradaki havayı solumaya başladık. Hoşuma gitti bu, hoşuma gidince de idealim o yönde gelişti. Yani tamamen çevresel bir şeydi o hukuka yönelmem. Hukuka yöneldikten sonra, avukat mı olayım, hâkim mi savcı mı olayım konusunda yine çevrem, arkadaşlarım, ailem “Hâkim, savcı olup gideceksin. Zaten dört yıl Ankara’da okudun, uzak kaldık. Burada kal, burada sana ihtiyacımız var, avukat ol.” gibi çokça telkinde bulununca avukatlığı seçtik ve iyi de yapmışız diyorum şimdi. Yani avukatlık, tam kişiliğime uygun bir şey. Özgürüm. Avukatlar çalışmalarında bağımsızdır. Seyahati severim, okumayı severim, araştırmayı severim, yeni gelişmelere açığım. Bütün bunlar avukatlık mesleğinde olduğu için, kimseye bağlı değiliz, bağımsızız. Kimseden emir almayız, talimat almayız. Tam kişiliğime uygun bir meslek olduğu için bu meslekte 42 yıldır devam ediyorum.

Baha: 70’li yıllarda Türkiye’nin hareketli dönemlerinde eğitim gördünüz. O dönem bir öğrenci olarak nelerle karşılaştınız?

Ahmet Şakir Uzun: Vallahi çok bir şey değişmedi zannederim. O dönemde de öğrenci olayları vardı. Şimdi de var ama tabii o dönem daha fazlaydı. Boykot, işgal, okulun kapanması, sağ-sol gruplar arasında kavgalar, bu yüzden okulun tatil edilmesi gibi… Sıkıntılı bir dönemdi. Herkes çocuğunu gönderemiyordu veya Ankara’ya gelen arkadaşlar psikolojik etkilerden dolayı okula gelemiyordu mesela. O psikolojiden kurtulamıyorlardı; olay olacak, bir şey olacak diye. Çünkü hukuk fakültesinde amfi kocaman, bin kişilik bir amfi. Derste en az üç yüz kişi var, o gençlik olaylarının en hararetli dönemleri… Yöneticilerimiz de maalesef bu konuda acemi. O bakımdan, çok genç arkadaşlarımızı maalesef kaybettik, sakat kaldılar, ailelere, ocaklara ateş düştü. Şimdi de okullarda aynı sıkıntı var, geçim anlamında aynı sıkıntı var. O zaman da “Ankara’ya gittik, nerede kalacağız? Kaldığımız yer belli değil, yok. Yurt sıkıntı, yok.” O zaman belki bu kadar özel yurt yoktu, daha da sıkıntıydı. Evden gelecek parayla geçinmek… Şimdi daha da sıkıntı, o zaman haydi belki o parayla geçinebiliyorduk, şimdi hayat şartları daha da pahalılaştı. Daha da zor anladığım kadarıyla, öğrencileri görüyorum televizyonda, internette. Burs yok, bir destek yok. Bütün bunlar, bütün üniversite gençliği için büyük bir handikap, zorluk oluyor maalesef.

Furkan: Kariyeriniz boyunca yoğun bir hayatınız olduğunu tahmin ediyoruz. Peki bu yolda yorulduğunuz, umutsuzluğa düştüğünüz ve her şeyi bırakıp gitmek istediğiniz anlar oldu mu? Buna benzer şeyleri bugün yaşayan gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyiz?

Ahmet Şakir Uzun: Avukatlık mesleği mücadele mesleğidir. Eğer umudunuz bitiyorsa, her şeyi bırakıp gitmek istiyorsanız bu mesleği yapmayın. Çünkü bu meslek devamlı yol bulma, yol yapma, yeni çareler üretme mesleğidir. Dünyanın genel gidişi şudur, budur, onları tartışırız. Ama bizim meslekte devamlı talep etmek durumundasınız. Avukatlık, devamlı yeni formüller bulup o formülleri deneme mesleği olarak yer almıştır her zaman. O bakımdan, ben hiçbir zaman karamsarlığa kapılmadım, “Bırakıp gideyim” demedim. Belki hayatı çok seviyorum, belki de biraz da eğlenceli bir kişiliğim var, her zaman etrafıma da moral, motivasyon vermişimdir. 

Tabii, hayatta her şey bizim elimizde değil. Dış faktörler yaşantımızı çok etkiliyor. Bu bakımdan, birçok olumsuzluk oluyor ama bilhassa avukatlık baskı altında doğru karar verme mesleğidir. Yani doğru kararı herkes verebilir ama o baskı altında, yani mahkemede, müvekkille konuşurken, yeni bir olay oluştuğunda, karşı taraf vekili taleplerde bulunduğunda o baskıyı karşılayabilme becerisidir avukatlık. Onun için, eğer “Hangi kişilikteki insanlar avukat olmalı?” derseniz mücadeleyi bırakmayan, yılmayan, “Öf yahu! Ben öldüm, bittim.” deyip karamsarlığa kapılan kişilerin dışında hayata her zaman olumlu bakanlar, “Yeni bir çıkış yolu bulurum, vardır.” diyenler avukat olmalıdır. Yani Hannibal’ın dediği gibi, “Ya yeni bir yol bulacağız, yol yoksa yeni bir yol yapacağız.” Avukatlık da öyle bir şey, muhakkak bir yol bulacaksınız. Bilmiyorsanız, bulamıyorsanız bir üstada soracaksınız. Dediğim gibi, bir konuda daha önce uygulaması olanlara, örneğin ben 42 yıllık avukatım ama bana hiç uygulamasını yapmadığım bir konu geldi. Onu bir yıllık bir avukat yapmıştır. Hiç çekinmeden ona soracağım. “Nasıl yaptın, bunun usulü, uygulaması nedir? Dilekçene nasıl yazdın?” gibi. Meslekte hiç alınmayacağız, araştıracağız, o yılgınlığı yaşamayacağız. Bizim işimiz mücadele etmek.

Baha: Birçok yerde yöneticilik yaptınız. Bu süreçte bir krizle karşılaştığınızda nasıl bir yol izliyordunuz?

Ahmet Şakir Uzun: Evet, birçok yerde, çok farklı sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptım. Bu da tabii çok büyük bir tecrübe kazandırdı. Her zaman söylediğim bir şey var, burada da söyleyeyim:

Yöneticiliğin okulu yok. Yöneticilik de, avukatlık gibi usta-çırak ilişkisiyle veyahut bütün sanat dalları -ki avukatlığın da bir sanat olduğunu kabul edersek- usta-çırak ilişkisiyle öğrenilmiştir. Ustan iyi olursa, ondan da sen iyi bir şeyler almışsan, sen de başarılı bir yönetici oluyorsun. Bizde şu var: 

Yöneticiler pek önemsenmiyor. “Ben de avukatım, yöneticilik yaparım.”, “Ben de doktorum, yöneticilik yaparım.” gibi bir mantık içerisinde yürütülüyor, bu da tabii başarısız yöneticileri getiriyor. “Ben de okulda profesörüm, doçentim. Ne olur yöneticilik, yönetmek.” deniyor ama başarılı olunmuyor. Bu nedenle arkadaşlarım, iyi bir hocanın yanında çıraklık yapmadan sakın yöneticiliğe soyunmasın. En büyük hata olarak bunu görüyorum. Yani çok başarılı avukatlarımız var, ceketimi iliklerim önünde. Ama yöneticiliğe soyundukları an maalesef başarısız oluyorlar. Çünkü yöneticilik, elimizde az olan olanaklarla birçok sorunu çözme yeteneğidir. Sorunlar o kadar çok ki ama elimizde o kadar çok enstrüman yok. Ya da işi daha basite indireyim, mali yöne getireyim. Elimizde yüz lira var ama bin liralık gider lazım. Şimdi o yüz lirayı nasıl kullanacağız? Yani az parayla çok ihtiyaç, sınırsız ihtiyaç belki, nasıl karşılayacağız? İşte burada sizin sorunuzun cevabı, “öncelikleri sıralamak”. Nedir öncelik? En önce ne? Onu çözeyim, ondan sonra ikinciyi, üçüncüyü çözünceye kadar arkadan yardım gelir. Hani Atatürk’ün Çanakkale’de dediği gibi. “Ben size hücum etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum. Siz burada ölünceye kadar arkadan kuvvetler yetişecektir, zaferi onlar kazanacaktır.” İşte öncelikleri sıralayamazsak beşinci sıradakini çözmeye kalkarsak birinci, ikinci sıradakiler sizi boğar. O bakımdan, demek ki ben öncelikleri doğru sıralıyorum. Bir, iki, daha alttaki pozisyondan arkadaşlarla konuşmaktan hiç çekinmiyorum. Çoğu çözüm de oradan geliyor, hem bu o kişilerin aidiyetini artırıyor, çalışma oranını, başarısını yükseltiyor, verimini artırıyor. Hem de ortak bir çözüm çıkmış oluyor ortaya, ortak akıl çok önemli. Yani, “Ben yöneticiyim, her şeyi ben bilirim. Asarım, keserim.” devri çoktan, çoktan geçti. Şimdi, devamlı gruplarla, zümrelerle toplantılar yapıp “Neler üretiriz?” diye sorup onların fikirlerini almak belki benim en büyük başarı sırrımdı. Yönetici olacak arkadaşlara da bu iki şeyi öneririm. Muhakkak, bir, iyi bir ustanın elinde yönetici olarak çıraklık yapmadıktan sonra hemen yöneticiliğe soyunmasınlar. Birdenbire ateşe düşmüş patates gibi kızarırlar (gülüyor). İki, “Yöneticiyim ben, her şeye yetkim var.” demesinler. Ben biraz da meraklıydım, örneğin “Risk yönetimi nedir?”. Bunun eğitimini aldım. Risk yönetimi yaparken birden elinizde olmadan sizin dışınızda riskler, krize dönebilir. İşte o zaman kriz yönetimine geçmeniz lazım. Risk yönetimiyle yürütemezsiniz artık bu işi. Kriz yönetiminin unsurları, ilkeleri, prensipleri farklıdır. En büyüğünü, birincisini söyleyeyim.

Bir, krizi çıkartanla krizi yönetemezsiniz. Krizi çıkartan kişiyi hemen oradan uzaklaştırmanız, almanız, dışarıdan yeni bir, salim kafayla, olayı objektif göreni almanız lazım. Örneğin diyelim ki garson elindeki bardakları düşürdü, bardaklar kırıldı, bütün gözler ona çevrildi. O garsona sakın “Hemen orayı temizle.” demeyeceksiniz, hemen o garsonu izne çıkaracaksınız; tatile veyahut araya, antrakta, molaya… Ne diyorsanız. Bir beş dakika, on dakika mola vereceksiniz. Başka bir arkadaşı getireceksiniz orayı temizlesin diye. Çünkü o zaten bardakları kırdığı için o anda kıpkırmızıdır, mahcup durumdadır (gülüyor). Bir de ona gelip de “Çabuk burayı temizle.” dersen, iki, üç şeyi daha devirebilir. Onu hemen oradan ayırıp, başka bir görevliyi yönlendirmek krizin birinci şartıdır. Ama maalesef bunu Türkiye’de göremiyoruz. Krizi çıkartanlar hala “Biz krizi toparlayacağız.” diyerek göreve devam ediyorlar. Bir de en büyük sıkıntı, çoklu kriz. Çoklu kriz olduğunda o zaman Allah selamet versin (gülüyor). Yani çoklu krizi yönetmek çok büyük bir beyin ister, çok büyük kadrolar ister. Hem krizin içerisindeki o öncelikleri sıralarken bir de krizlerin kendi içindeki önceliklerini sıralamanız gerekiyor. O daha büyük bir beceri istiyor. Yönetici olacak arkadaşlarımızın bunları bilmeleri iyi olur. 

Ben üniversitelerde seminerlere gittim, bu konuda eğitimler aldım. Herhangi bir konuda hazırlıklı hale geldim. Birdenbire, başında dediğim gibi, Avrupa Yakası’nda (gülerek) denildiği gibi, “Ben de Beyoğlu çocuğuyum.”, “Ben de üniversite mezunuyum, ben de bu işleri yaparım.” mantığıyla girerseniz o zaman çok zorlanıyorsunuz. Hem vakit kaybı oluyor, hem para kaybı oluyor. Tabii bulunduğunuz topluma, kuruma, ne derseniz, ona büyük zarar veriyorsunuz. Muhakkak bu işlerde sizden evvel, geçmiş kişilerle yine irtibat halinde olacaksınız, onların da tecrübelerinden yararlanacaksınız. Bizde mantık şu:

Yeni gelen her şeyi sıfırdan başlayacak zannediyor. Her şeyi kendi bulacak, her şeyi yeni yapacak. Halbuki öyle değil, geçmişte o kadar güzel uygulamalar yapılmıştır ki, kötü de vardır ama geçmişteki o iyi uygulamaları da takip etmeniz lazım. Hiçbir zaman sıfırdan başlamayın. Başarılı yöneticilere bakın. Kendinden önce gelen yöneticilerin projelerini devam ettiren yöneticiler başarılı yöneticilerdir. O yöneticilerin projelerini “O kişiye mal olmasın” diye elinin tersiyle ittiğin an, o para, o zaman israf oluyor. Siz yeniden başlıyorsunuz, yeni yöneticilerin projeyi bitirmeye zaten ömrü vefa etmiyor. O bakımdan öncekileri yok saymayın lütfen ve “Biz her şeye sıfırdan başlayacağız.” diye bir mantığa, felsefeye girmeyin derim.

Furkan: Türkiye Barolar Birliği tesisinde, yani oradaki otelde yöneticilik yaptığınız dönemde çalışanlarla olan iletişiminizi hep arkadaşça gördük. Bir yönetici olarak çalışanlarınızla iletişim kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Ahmet Şakir Uzun: Biraz önce söylediğim gibi, onlar da bir birey ve kendi yaptığı işte uzman. Onlar da o işin profesörü, onlar da o işin doçenti. O bakımdan örneğin bir yangın alarmı çaldığında oradaki, o bölümdeki kişilerle görüşüp neden çaldığını araştırmanız bulmanız ve onların önerilerini almanız gerekiyor. Ha, son söz yine sizin olacaktır. Kararı yine siz vereceksiniz ama bir kere samimi olduğunuzu ve onlardan aldığınız o bilgileri onların aleyhine kullanmayacağınızı ve o bilgileri başkasına aktarmayacağınızı onlara inandıracaksınız. Hani bizim mesleğimiz avukatlıkta en büyük prensiplerden biri güvendir. İkincisi, sır saklamaktır. Bunu yöneticilikte de düstur edineceksiniz. Onlar çünkü size niye her şeyini anlatsınlar eğer yarın bu duyulacaksa, onların aleyhine gelişecekse bunu o zaman saklarlar. O güveni onlara verirsiniz, işte o arkadaşlığı öyle kuruyorsunuz, o zaman size gelip anlatıyorlar. Hatta ailevi sırlarını bile anlatıyorlar. Onlar da bir krize girdiklerinde, kendi işlerinde veya ailelerinde, gelip sizden çare soruyorlar. Onların size o anda anlattıklarını çok sıkı bir sır içerisinde tutacaksınız. Sakın ola ki başka yönetici arkadaşlarınıza anlatmayacaksınız. O güven işte o arkadaşlığı getiriyor. Yani mesleğin prensipleri: güven, özen ve sır saklama.

Baha: Keşke yapsaydım  veya yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı?

Ahmet Şakir Uzun: Yok. Hayatı dolu dolu yaşadım. Yapmak istediklerimi yaptım. Hepsini sonuca ulaştırdım mı, tabii mümkün değil. Bu hayatta her yapmak istediğini yapamıyorsun. Ama hiçbirisinden de pişmanlık duymadım. “Demek ki şartlar öyle gelişmiş, elimizden bu kadar gelmiş” dedim. Ve geri dönüp baktığımda hiç pişmanlık duyduğum bir şey yok. Yani verdiğim kararların bugün de arkasındayım. Şimdi bugün de arkasındayım derken bu saçma sapan bir aptallık gösterisi olarak onları savunuyorum anlamına gelmez. Fidel Castro’nun meşhur sözü var, “Tarih beni beraat ettirecektir.” diye. Yani gelinen zamanda verdiğim kararların hep haklı çıktığını gördüm, doğru karar vermişim. O anda belki bazılarına o kararlar yanlış gelebilir. Ya bu adam ne yapabilir diyor olabilir ama işin içerisinde ben olduğum için sağını solunu önünü arkasını üstünü altını bildiğim için doğru karar verdim. Şimdi dışarıda bir arkadaş bütün detaylarıyla o konuyu bilmediğinden “Yahu yanlış bu karar.” diyebilir. Ama gelinen noktada, üç yıl beş yıl on yıl sonra bakıyorlar ki “Ha, iyi ki böyle bir karar verilmiş yoksa çok büyük bir fiyasko ile sonuçlanacakmışız.” diye görülüyor. Yani gerekçem sağlamdır. O gerekçem bugün geçerlidir verdiğim kararlarımda. O yönden hiçbir pişmanlığım yoktur. Yani hayata barışık gidiyorum.

Furkan: Peki meslek hayatınızda aklınızdan çıkmayan, unutamadığınız bir olay var mı?

Ahmet Şakir Uzun: Olay çok (gülüyor)… Olay çok da tabii dediğim gibi bu şeye benzedi, “Hadi bir fıkra anlat” (gülüyor) . Orada da şimdi bir konu yokken nasıl fıkra anlatalım? Şöyle diyeyim genç meslektaşlarımıza madem… Şimdi Fransız büyük hukukçu Moliérac’ın dediği gibi “Bizim efendilerimiz olmadı, köle de kullanmadık.” Yani yemin ettiğimiz andan itibaren en kıdemlimizin en kıdemsizden bir farkı yok. Bu önemli bir şey. Bunda taktik hatası yapmasın arkadaşlarımız. Sevgi saygı dışarıdadır; ama duruşmaya girdiklerinde karşı tarafa fazla iltifat etmesinler yani işte bu üstâdımızdır, büyüğümüzdür diye. Şimdi bir olayımı anlatayım. Karşılıklı duruşmamız var. Karşı tarafta genç bir arkadaşım devamlı bana “hocam, hocam, hocam” diyor. Hâkim tabii şaşırıp bakıyor ne hocası diye. Derken bir yerde yine bir taktiksel bir hata. Dedi ki “Ya siz avukatlık hukukunda uzmansınız.” filan dedi. Hâkim döndü “Uzman mısınız?” filan deyince dedim “Bizim avukatlıkta uzmanlık diye bir şey yok. Uzmanım dersem suç işlemiş, meslek kuralı çiğnemiş olurum. O bakımdan uzmanlığı kullanmıyoruz.” dedim. “Ama derslere falan giriyorum bu konuda eğitimlere katılıyorum.” deyince hâkim dedi ki “Ben bu dosyayı bir alıp inceleyeyim o zaman.” dedi. Halbuki o kadar açık vermeseydi arkadaşım hâkim belki de onun lehine karar verecekti. Bilemiyorum ama o andan itibaren hâkimin görüşü değişti. Bu nedenle böyle taktiksel hatalar yapmamak gerekir diye düşünüyorum. Dışarı çıktıktan sonra beraber yemeğe gidilirmiş, gezilirmiş onların hepsini yapıyoruz. Onlarda hiçbir sıkıntımız yok ama içeride fazla aşırı sevgi veya da tam tersi kavga da gerekmez. Biz de içselleştiriyoruz bazen olayları. Biz vekiliz, hiçbir zaman olayın tarafı değiliz. Kendimizi o kadar kaptırıp karşıdaki meslektaşımıza da birebir hâkimin, savcının önünde tartışmaya, kavga etmeye gerek duymamamız lazım. Yani hiçbir zaman avukatı hedef almamak lazım. Bizde hep davacı taraf, davalı taraf, davacı taraf, davalı taraf. Hitaplarımızı buna göre yapmamız lazım. Yani “avukat şöyle, avukat böyle” demememiz lazım duruşma veya yazdığımız dilekçelerin içerisinde. Hep davacı taraf, davalı taraf diye geçmemiz lazım. “Davacı tarafın iddiaları doğru değildir.” dememiz lazım. Meslektaşımızı hasım yapmamamız lazım diye düşünüyorum, bu görüşteyim.

Baha: Avukat olmasaydınız ne olmak isterdiniz? 

Ahmet Şakir Uzun: Vallahi avukat olmasaydım makinelere çok meraklıyım, tamir işleri yapmaya falan monte işleri yapmaya.  Arabalara çok meraklıyım; kamyonlara, arazi araçlarına falan dozerlere. Çok meraklıyım, devamlı inceliyorum. Belki makine mühendisi olurdum yani. O yönde bir merakım var. Mesleğimi çok seviyorum ama bir makineyle de çalışmak, söküp takmak, tamir etmek elimden de geliyor. Mesela ben evdeki birçok şeyi kendim tamir ediyorum. Hoşuma da gidiyor tamirden sonra başarı. Tabii arada sırada çarpılıyoruz ama o başarı da mutlu ediyor beni. Tahmin ederim ki, belki çok alakasız ama belki bir alakası da var. Makine mühendisliği diye düşünüyorum. Veyahut da daha biraz enerjim olsa makine mühendisliğine girerdim, okurdum. 

Furkan: Peki 22 yaşındaki Ahmet Şakir Uzun ile bugün karşılaşsanız ona neler söylerdiniz? 

Ahmet Şakir Uzun: Şimdi hani meşhur bir söz var: “Senin yaşında olayım bir trilyon borcum olsun”. Tabii o senin yaşında olayım derken bugünkü aklımla senin yaşında olayım. O zaman o bir trilyon borç ödenir. Yoksa o günkü 22 yaşındaki akılla bir trilyon ödenmez. Dediğim gibi yani doğru yoldaydım. Bugün geldiğim noktada kendimden mutluyum, eminim. Eksikliklerim var mı, var. Mesela “Yabancı dil öğren.” derdim. Muhakkak yani benim iki üç yabancı dilim olsaydı belki şimdiki durumdan üç kaç beş daha fazla bir konumda olurdum. Muhakkak yabancı dil öğrensinler. Ben yurt dışına seyahat ettiğimde dünya görüşüm değişti, oradaki hukuk anlayışlarını, hukuk tarzlarını gördüğümde. O bakımdan yine “Daha çok yurt dışına çık.” derdim. Yani yurt dışına çık derken turistik yerleri gezmekten ziyade, gezsinler ona bir şey demiyorum ama hukuk alanında inceleme anlamında. Yani mesela muhakkak ben olsam avukatları Strazburg’a İnsan Hakları Mahkemesine götürür orada bir eğitim verdirirdim, bir duruşma izletirdim. Çok farklı anlayışlar, çok farklı çalışmalar. Ben zannederdim ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde iki üç Türk var filan. “Bir tane Türk hâkim var, belki bir iki tane de Türk var.” Gittiğimizde gördük ki 150’ye yakın Türk çalışıyor. Hepsi genç dinamik avukatlar canavar gibi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çok üst düzeyindeki gerekçe yazan kişiler de Türkmüş meğer. Hayretler içerisinde kaldım. İşte bu yönde çalışırdım diye düşünüyorum. Yabancı dilim biraz zayıf. Onun dışında bilgisayar, yazılım. Robotik ve yazılım konusunu genç arkadaşlarıma tavsiye ederim. Bugün en büyük yapılması gerekenlerden biri genç avukatlara yazılım eğitim verilmesi. Gün gelecek yazılım bilen avukat, -işte o hani değişimler var dedim ya, çağa uyma- yazılım bilen avukatlar ayakta kalacak. Yazılım bilen doktorlar iş yapacak. Yani çok iyi avukat deyince bak bu yazılım da biliyor yazılım da yapıyor dendiğinde isminiz geçerli olacak. Bu konuda biraz zayıfım. İşte zar zor becerebiliyoruz. Yani sizin üç dakikada yaptığınızı bilgisayarda bir yerlere girmek, bir şeyleri becermek ben bir saat bir buçuk saat uğraşarak anca yapabiliyorum. O tabii bana biraz sıkıntı veriyor. Halbuki ben de sizin gibi şıkır şıkır, şıkır şıkır bilgisayarda internette ve yazılımda olmak isterdim. Şimdi yapay zeka geliyor, bir sürü blockchain geliyor. İnternet suçları geliyor. Metaverse geliyor. Bu konuda avukatlıklar geliyor. Yani yelpazeyi genişletmemiz lazım. Sadece yerel işte boşanmaydı ne bileyim arazi davasıydı gibi düşünmemek lazım. Bu yeni alanlara – bakir alanlar çünkü- oralara hemen girmek lazım. Onun için de “Bu konularda kendini geliştir Şakir.” derdim.

Baha: Son sorumuza geldik. Geçmişten bahsettik bayağı. Geleceğe dair planlarınız neler? 

Ahmet Şakir Uzun: Vallahi biz yolun sonundayız yani. Gelecekte sağlıklı bir yaşamdan başka bir şey istemiyorum. Çünkü yaş ilerleyince vücutta bazı ârâzlar çıkıyor. Şu anda her gün belirli bir yürüyüş yapıyorum. O çok faydalı geliyor yani. Bugün sizin için kaldım, birazdan çıkarım yürümeye. Sağlığımın dışında, tabii ki hukukun üstünlüğünü, hukuk devletinin oluşmasını 42 yıl boyunca hep istedik. Hiçbir gelişme yaşayamadık maalesef. Onların olmasını isterdim. Her zaman espri de yapıyorum: Türkiye’de avukatlık çok kolay. Neden? 42 yıldır aynı şeyler istiyorsun, değişmiyor. Bir adım atılmaz mı hukukun üstünlüğüne dair? Bazı dönemler oldu, bazı dönemler hakikaten atılımlar oldu ama hemen geri vites. Sonradan kanun, torba kanun, değişiklikler falan. Maalesef iyi olmayan uygulamalara döndük. Yani tabii ki insanlarımızın refah içerisinde yaşamasını, hukuk güvenliği içerisinde yaşamasını ve etrafımızda kavga ,gürültü, savaş olmayan artık insanların birbirine saygısı olduğu gibi devletlerin de birbirine saygısı olması gerektiğini umut ediyorum. Onu bekliyorum. Hemen dibimizde şimdi bir savaş var. Tabii, oradaki insanların acılarını görünce kendi sıkıntılarımızı burada unutuyoruz. Halbuki o savaş bize de yansıyor. Biz de sıkıntıda oluyoruz. İşte ayçiçek yağı bulunmuyor. Ne bileyim, birçok ihtiyaçlarımız aşırı pahalanıyor falan. Yani şunu diyemiyoruz bir şey almaya gittiğimizde: “Hadi ya bu pahalı.” diyemiyoruz maalesef. Çünkü o her gün yakıta zam geliyor, her gün bir şeylere zam geldiği için onun fiyatının ne olduğunu bilemiyoruz. Belirsizlik, bilgisizlik çok sıkıntı veriyor. Belki kazıklanıyoruz ama yine de alıyoruz. Çünkü normal oldu artık yani o zam olayı. Onun durması lazım, durdurulması lazım. Onun için de dünyanın bir normal stabil insanlara saygılı bir hâle gelmesi gerekir ama maalesef kapitalizm mi dersiniz, emperyalizm mi dersiniz, insanların hırsları mı dersiniz, ahlâk yoksunluğu mu dersiniz, nasıl dersiniz, hangi felsefede ne derseniz deyin bunlar paylaşımda maalesef daha hırslı olanlar dünyayı bu hâle getiriyorlar. Ve tabii bundan herkes etkileniyor. Bunların olmamasını; huzurun, barışın, dediğim gibi hukuki güvenliğin, avukatların daha bir işe girerken bir dava açarken sonunun ne olacağını bilerek gireceği bir dönem… Şimdi bakıyorsun kararlara bir dava alıyorsun. Dava sürerken karar değişmiş, kanun değişmiş, Yargıtay görüş değiştirmiş. Bu da bizim mesleğin bir sıkıntısı, bir handikapı. Hâlbuki orada bir istikrar, hani müstakar kararlar diyoruz ya. Bir istikrar kazanması lazım. Hâlâ oturmamış. İstinaf Mahkemeleri kuruldu. Oradan bir sıkıntı var. İstinafta işler uzuyor ve çeşitli istinaf mahkemeleri arasında çeşitli farklı kararlar çıkıyor. Ona mı uyacağız, buna mı uyacağız, hangisi neye bakacağız gibi. Bunların giderildiği bir Türkiye isterim. 

Furkan: Teşekkür ederiz Şakir, çok sağ olun. Çok güzel bir röportaj gerçekleştirdik. Üç sene önce yaptığımız röportajda “Geçmişi bırakın, geleceğe bakın.” ile bitirmiştik. 

Ahmet Şakir Uzun: Evet, resim duruyor, resim duruyor hâlâ. Evet, geçmişten kopmayacağız ama geçmişte de kalmayacağız; geleceğe muhakkak kendimizi adapte edeceğiz, alıştıracağız, ona yönlendireceğiz. Hani meşhur sözüm her zaman “Dünya kurulduğundan beri, işte kaç milyon yılsa, insan ırkı devam etmiş.” İşte 20 bin yıla kadar geri gittik, daha fazla gideriz bilmiyorum. Daha önceden 5 bin yıldı, 8 bin yıldı, 10 bin yıldı. Şimdi 20 bin yıla kadar fosiller veya eserler bulunuyor. O dönemden bu döneme kadar insan ırkı yaşamış, bir çok ırk işte mamutlar yok olmuş, ne bileyim birçok canlı silinmiş dünyadan, yaşamdan ama insan kalmış. Neden kalmış? Çok güçlü olduğundan değil, dinozorlar insanlardan daha güçlü ama onlar kalmamış. İnsan neden kalmış? Değişime geleceğe ayak uydurduğu, geleceğe kendini hemen hazırladığı için. Biz de aynı felsefeyle hayatımızı planlamamız, programlamamız diye düşünüyorum. Ben de sizlere çok teşekkür ediyorum. Sizleri gördükçe, demin sordunuz ya, “Of pof hayata küstünüz mü, bırakıp gitmek istediniz mi?” diye, tam tersi sizleri gördükçe hayata daha umutla daha iyi ışıklı bakıyorum. Çünkü gelecek sizin hakikaten sizin gibi becerikli, başarılı, girişken gençlerin ellerinde. 

Furkan: Çok teşekkür ederiz Şakir Bey güzel sözleriniz için. Çok sağ olun.

Baha: Teşekkür ederiz. 

Ahmet Şakir Uzun: Ben de sizin başarılarınızın devamını dilerim, isterim. Bütün arkadaşlara da selamlar lütfen. 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir