Furkan: Müzikte nasıl tanıştınız ve profesyonel anlamda müziğe yönelmeye ne zaman karar verdiniz?
Özgür Ulusoy: Şöyle… ben, erken yaşta konservatuvara giren tayfadayım. Dolayısıyla nasıl tanıştığımı anlatırım ama nasıl karar verdiğimi anlatamam çünkü 11 yaşındaydım. Yani hatırlamıyorum bile, muhtemelen karar da vermemişimdir. Benim dedem, rahmetli, Köy Enstitüsü mezunuydu. Üstelik müzik öğretmenliğinden mezundu. Tabii o Köy Enstitülüler müzik öğretmeni oldu diye gidip sadece müzik öğretmenliği yapmamışlar. İşte edebiyat öğretmenliği, Fransızca öğretmenliği, başöğretmenlik, müdürlük, yöneticilik falan filan da yapmışlar. Teyzem de ondan feyzalarak müzik öğretmeniydi, o tarafta öyle bir damar vardı. Ailede, yakın çevrede Köy Enstitülü olunca işler değişiyordu bizim kuşağımızda. Erzurumluyuz biz. Akrabalarımın çoğu müziğe meslek olarak bile bakmazlar, hâlâ da bakmazlar ama benim için konu böyle değildi. Dolayısıyla çok yadırganan bir durum değildi. Zaten Erzurumluyum dedim ama İzmir’de büyüdüm. 11 yaşında da İzmir Devlet Konservatuvarına girdim, ondan sonrası da geldi.
Aslında 11 yaşından başlatmak istiyorum profesyonel yaşantımı. Bakmayın yani, “Çocuğun profesyoneli mi olur?” falan dersiniz ama hemen daha ilk yılın içinde yarı çocuk, yarı müzisyen muamelesi görmeye başlayıp yetiştiriliyorsunuz konservatuvarda. Dolayısıyla 11 yaşından beri profesyonelim. Ama nasıl karar verdim? Bir fikrim yok, kendisi öyle oldu yani.
Baha: Hocam üniversitede nasıl bir öğrenciydiniz? Geriye baktığınızda üniversite yıllarında “İyi ki yapmışım!” dediğiniz şeyler var mı?
Özgür Ulusoy: Rezalet bir öğrenciydim. Şimdi okuduğum üniversiteye çok yüklenmek istemem, özel konuşmalarda çok güzel yüklenebiliyorum. Şey değil böyle, “Okul çok kötüydü de ben okumadım.” gibi bir şey anlatmaya çalışmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Ben de kötüydüm, okul da kötüydü. Zaten anlaşamıyorduk yani.
“İyi ki yapmışım…” Birkaç şeye söylüyorum bunları aslında, birbirine kontrast olacak birazcık ama:
Mesela iyi ki Mete Hoca, kompozisyon hocam, “7 tane yap getir.” dediğinde 48 tane yapmışım. Bu hakikaten beni hala motive eden bir şey yani. Bir yandan da iyi ki doğru zamanda bırakıp, “Burası okulsa ben de Cumhurbaşkanıyım o zaman.” deyip üç yıl gitmemişim mesela, bu da iyi ki. Öyle yani. Bunların toplamından bir üniversite yaşantısı çıkıyor. Bu çıkan üniversite yaşantısı da -üniversite her ne kadar kendisi üniversiteye benzemese de- benim onu üniversiteye benzetmeme yol açmış oldu. Üniversitenin esas ilkeleri arasında vardır biliyorsunuz, özgür düşünebilen gençler, orada kendine bir çalışma ortamı yaratan gençler falan. Bunları kısmen de olsa yaşayabilmiş olduğumu düşünüyorum üniversitede.
Furkan: Peyk’in aynı adı taşıyan otobiyografik şarkısında 90’lı yıllara da değiniyorsunuz. O yıllardan bahsedebilir misiniz, 90’lı yıllar sizin için ne anlam ifade ediyor?
Özgür Ulusoy: Şöyle… 90’lı yıllarda ben küçüktüm aslında bayağı. “Sar 90’a” albümünde de “Abi 90 yılı nasıldı?” falan diyorlar, öyle bir şey vardı bir ara, bir belgesel çekiyorlardı falan. “Ben 14 yaşındaydım 90 yılında, bilmiyorum ki.” diyorum yani. Ama 90’lı yıllara yetiştim, onu da yaşadım. Bazı şeylerin böyle tek yönlü anlatılması sıkıcı oluyor. Bunu siz de göreceksiniz, ben 90’larda sizlerin yaşlarındaydım, 96-97’de mesela. Bundan yirmi yıl sonra birisi size diyecek ki “Yahu o yıllar ne kadar güzelmiş, bir anlatsana.” falan. Bu yıllar güzel mi? Yoo… Çok mu çirkin? O da yoo aslında. Bakmayın şimdi, çok siyasete, politikaya girmek de istemeyebiliriz tabii ama çok boktan tarafları da vardı 90’ların. Yani, iler tutar bir yanı da yoktu doğru düzgün. Ama bir yandan da içinde yaşadığımız için fark etmediğimiz başka türlü bir geleneğimsi bir şey, özgürlük duygusu, şu, bu… Bunları da yaşıyormuşuz tabii…
Baha: Müzisyenlik çoğu zaman düzenli bir gelir kapısı olarak görülmüyor. Özellikle genç müzisyenlere ekonomik durumlarını daha iyi bir şekilde yönetebilmeleri adına tavsiyeleriniz var mı?
Özgür Ulusoy: Bu da çok zor bir soru. İçimden geçeni, asıl söylemek istediğimi başta söyleyeyim, sonra diğer seçenekleri üretmeye çalışayım. Bence kişi müzikten para kazanmaya çalışmamalı. İdeal olan şey budur, bana göre böyle. Diyeceksiniz ki “O zaman meslek olmuyor zaten. Zamanını nasıl ayıracaksın başka bir şey yaparken?” falan. Bilmiyorum. Yani evet, olmuyor. Zamanını nasıl ayıracağını da bilmiyorum ama ayıracaksın bir şekilde. Bana sorarsanız, benim para kazandığım iş ne? Müzik değil. Üniversitede hocalık yapıyorum ben. Buradan para kazanıyorum. “Peyk’le müzik yaparak öyle bir para kazandım ki bir şey ihtiyacım yok.” Peyk olmasın, Meyk olsun. Ne fark eder? Bir şey fark etmiyor. Burada konuşurken dikkatli konuşmak gerekiyor. Yani elbette müzik piyasası diye bir şey var, sektör olmasa da piyasa var. Birtakım insanlar geçimlerini buradan sağlıyorlar, bu da böyle. Ama bunun ne olursa olsun hem ideal dünyada hem şu gün içinde yaşadığımız dünyada çok doğru bir şey olduğunu düşünmüyorum. Müziğin kendi gereklilikleri açısından da, parayla ilişki kurduğu her an yeni tuzaklar barındıran bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki ideal dünyada yaşıyoruz, herhangi bir şey yapabiliriz para kazanmak için, müzik yapıp da para kazanabiliriz. Öyle bile olsaydı, müzikten para kazanmak doğru bir düşünce miydi? Onu da bir düşünmek gerekir.
Furkan: Mükemmeliyetçilik sanatla uğraşan insanların üstünde kimi zamanlar bir kabus gibi belirebiliyor, hatta üretimi kısıtladığı bile oluyor. Siz bu duyguyu yaşıyor musunuz ve bir eserin tamamlandığına, “bu tamamdır” dediğiniz âna ne zaman karar veriyorsunuz?
Özgür Ulusoy: Önce tabii eserin ne olduğunu konuşmak gerekebilir. Bu konulara çok fazla girmek gerekir mi, bilmiyorum. Eğer bu bir şarkıysa başkadır, bir senfoni yazıyorsanız başkadır, örneğin. E tabii, bir jingle yapıyorsanız başkadır ya da hangi bakış açısından baktığınıza göre. Fakat dediğiniz şeye hem şöyle bir katkıda bulunayım hem de katılmıyormuş gibi de olacağım böyle olunca. O dediğiniz duygu mükemmeliyetçilik değil, obsesyon, saplantılı olma hâli. İnsan obsesyonunu gölgelemek için “Ben çok mükemmeliyetçiyim aslında”ya bağlıyor olabilir. Özellikle genç insanlar bu tuzağa çok düşüyorlar, benim öğrencilerimin içinde de var. Gençliğimde muhtemelen ben de düşmüşümdür, şimdi hatırlamıyorum ama. İki duyguyu… Duygu değil tabii, obsesyon, bir rahatsızlık basbayağı. İki durumu birbirinden ayırmak lazım. Dolayısıyla bunu bilerek hareket etmek lazım.
Bazen çok mükemmeliyetçi olmamanız gerekir, olmadığınızda gerçekten mükemmeliyetçi olursunuz. Bilmem anlatabildim mi buradaki çelişkiyi? Batı sanatıyla doğu sanatını birbirinden ayıran önemli kriterlerden biri budur. Batı sanatı mükemmeliyetçidir. Doğu sanatı da daha karikatürizedir ve daha farklı levellarda insanlara aynı sözle etki etmeyi hedefler. O da ilginç bir sanat biçimi. Biri iyi, biri kötü gibi bir şey söylemiyorum. İşte ne bileyim, “yalan dünya” gibi böyle harcıalem bir laf bulalım. Bunun şarkısı var, gidiyoruz barda marda eğleniyoruz biliyorsunuz. Ya da dizisi var, izliyoruz falan. Ama bir yandan düşününce, derinine dalınca bayağı da ağır söz yani, “yalan dünya”… Değil mi? İşte doğu sanatının hedefi daha çok budur. Batı sanatında, heykelse mükemmel çizer. İşte burası göbek deliği, altı, üstü, altın oran, “Kolu şöyle olacak, burası böyle uzadıysa, burası böyle uzayacak.” falan… Hakikaten mükemmel bir eser olarak karşımıza çıkartır ve ona bakarız. Batıyla doğuyu şey gibi ayırıyorum ben bu arada. Ukalalık olmasın, resmen Anadolu ve Yunanistan gibi, buradan çekiyorum çizgiyi. Buradan doğusu doğu sanatı oluyor, batısı batı sanatı oluyor. İşte Anadolu’da yapılan bir heykel düşünün, yedi tane memesi var kadının, şişko bir tip yani. Gayet karikatürize bir şey değil mi sizce de? Ama bu başka bir şey anlatmak için tasarlanmış bir sanat yapısı falan. Lafı uzattım, çok affedersiniz. Başa döneyim.
Mükemmeliyetçi olmak ve her detayla uğraşmak, gerçekten zaman harcadığın şeye zaman harcamanı mı gerektiriyor? Yoksa onu sen obsesyonundan dolayı mı yapıyorsun? Aslında bir başka şeye zaman harcaman lazım da burada vakit mi kaybediyorsun yani, bunu sorgulamak lazım.
Baha: Kariyerinizde yorulduğunuz, umutsuzluğa düştüğünüz ve her şeyi bırakıp gitmek istediğiniz anlar oldu mu?
Özgür Ulusoy: Şimdiye kadar olmadı. Bu arada bundan rahatsızım, sanki ben çok bir şeyi başarmışım (gülüyor) gibi sorular soruyorsunuz bana. Henüz bana bir şey başarmışım gibi gelmiyor.
Henüz olmadı. Tabii çok yorgun hissettiğim zamanlar oldu, dün gece bile öyleydi. Çünkü içinde yaşadığımız koşullar da bizi zorluyor, her gün en azından bir iki tane birbirinden farklı görünen iş içinde olmamız gerekiyor. Eskiden tek bir iş yaparak, onun yorgunluğunu yaşamanın keyfini çıkarttığımızı şimdi şimdi anlıyoruz. Şimdiki yorgunluk başka bir türlü yorgunluk. Bu bağlamda soruyorsanız tabii, yoruluyorum. Ama yani bırakayım, gideyim falan demiyorum. Bir adım daha ilerde ne olabilir? Bu enerji ve motivasyon doğru yere doğru nasıl evriltilebilir, hep bunun peşinde oldum şimdiye değin. Günün biri gelecek ve bu sorduğunuz soru çok anlamlı olacak, “Yeter artık, tamam.” diyeceğim gibi hissediyorum ama çok yakında değil galiba.
Furkan: Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artık müziğe ulaşmak çok kolay. Belki de bir şarkının birkaç saniyelik ömrü oluyor ve hemen devam ediliyor. Sizce bu durum müzik üretimini etkiledi mi? Acaba artık içerikten ziyade insanı yakalayacak, etkileyecek melodiler mi öne çıkıyor?
Özgür Ulusoy: İki kısımlı bir soru oldu bu. Müzik üretimini tabii etkilemiştir. Ama ne yönde etkiledi derseniz size bilimsel doğrularla bir cevap veremem, şu an bilmiyorum yani. Araştırmasını yapmadım, yapan da var mı onu da bilmiyorum doğrusu, onu da araştırmadım. Tabii ki etkiledi, bu kesin. Yüzde yüz. Ama acaba bu etkinin sonucu bizi iyi bir melodinin değerini artırmaya mı götürdü yoksa bilmiyorum ki… Ritmik yönü de yoğunluk kazanmış olabilir veya tınısal yönü de yoğunluk kazanmış olabilir. Bir müzik bir insanı neden yakalar? “1990’da yakalıyordu da bugün neden yakalayamıyor?” falan… Bunlar tabii bilimsel platformlarda karşılaştırmalı olarak incelenmesi gereken konular. İnceleseniz bile bir sonuca varamayabilirsiniz, kimi zaman da varabilirsiniz. Böyle kafadan cevaplar vermek çok zor böyle şeylere. Ama bana soracak olursanız, müzik şimdiye kadar bir yolunu bulduğuna göre bundan sonra da bulacaktır. Tabii… İçinde bulunduğu atmosfere, ruh haline, coğrafyaya göre daha kaliteli, daha kalitesiz, daha güzel, daha çirkin, daha iyi, daha kötü diye adlandırdığımız müzikler var olmaya devam edecek, bu kesin bir şey. Öncekilerle kıyasladığımızda bunların sanatsal yoğunluğu daha mı çok, daha mı az diye bir soru üretip onu kıyasladığımızda hangi sonuca varabileceğimizi bilemiyorum. Bugünün müziğinde bilmiyorum, 80’lere kadar biliyorum ama şimdiyi bilmiyorum.
Baha: Müzik yolculuğunuzda sizi etkileyen size ilham veren müzisyenler ve “Bu şarkıyı ben yazmalıydım.” dediğiniz şarkılar var mı?
Özgür Ulusoy: Ben tabii klasik müzik kökenliyim. Üstelik şarkı yazarı da değilim. Örneğin Peyk grubundan bahsedecek olursak, şarkının nüvesini bazen her şeyini bazen en az yarısını İrfan getirir, İrfan Alış’tan bahsediyorum. Biz onun üzerine, geri kalan grup elemanları, fikirler üretiriz, bazen küçük bir sözün değişmesi gerektiğini söyleriz. Bazen bir satır ekleriz, bazen müziğine yeni bir şey katarız, bazen sadece düzenleme yaparız bazen de öyle bir getirir ki İrfan çalarız ve olur o zaten kendiliğinden. Dolayısıyla şarkı yazarı olarak cevap veremem bu sorunuza.
Ama tabii geçmişten bugüne müzisyenin tarzını ayırmadan bakacak olursak, muhteşem yetenekli bir sürü arkadaşımız var. Mesela Bach (gülüyor), Beethoven oralardan başlatabilirim. Aynı onlar gibi Miles Davis’i de belki söyleyebilirim. Beni süper etkilemiştir, oturup bir yıl Miles Davis dinlemek demek değil bu. Ama bilim yönüyle baktığında büyük atılım yapmış insanlar. Beni gerçekten etkileyen dağıtan şeylerse böyle türlere ve kişilere göre ayrılabilecek bir kategorizasyonda değiller. Demin de söyledim, Erzurumlu olduğum için Erzurum türküsü dinlediğimde dağılırım ben mesela, iyi de söyleniyorsa… Bunun Beethoven ile bir ilgisi yok. Bambaşka türlü bir dağılma hâli o.
Ama öte yandan, Beethoven’un 7. Senfonisi yazılmasaydı örneğin, evrim teorisinin de ortaya çıkmayacağını savunuyorum, o kadar da güçlü bir şey olabilir müzik. Neresinden alacak olursanız öyle değerlendirebilirsiniz.
Furkan: Birçok grup birkaç seneyi bile doldurmadan dağılırken Peyk uzun yıllardır yolculuğuna devam ediyor. Özellikle gençlere müzis gruplarının uzun yıllar devam edebilmesi yönünde tavsiyeleriniz var mı?
Özgür Ulusoy: Yok, çünkü nasıl olduğunu biz de bilmiyoruz. Bunu oturup formülize etmeye de çalışmadık. Sadece bazen üstüne düşündük “Oğlum nasıl 26 yıl olmuş?” falan diye. Ama net bir sonucumuz da yok. Galiba en çok şuraya bağlanıyor: Önce arkadaş grubu olup sonra müzik grubu olmak doğru tavır oldu bizim için. Çoğu kez hani mangal yaptık, bazen de müzik yaptık, bazen ikisini bir arada yaptık. İlişkiyi bu şekilde geliştirdiğimiz için insan arkadaşından sıkılmıyor kolay kolay. Bilmem anlatabildim mi? Meslektaşından sıkılabiliyorsun, onun müzikal yaklaşımından sıkılabiliyorsun ama. “Ya arkadaş ya” diyorsun “Ne olacak yani, bugün çalamayabiliversin, bugün beceremeyiversin, ne olur yani. Hadi tamam mangala devam”. Bu kafayla baktığımda daha uzun ömürlü olabileceğini düşünüyorum. Ama tabii bu kafayla bakabilmek mümkün mü? Üstten üstten de konuşmak istemem. Şimdi 20 yaşında bir gencin mangalla nasıl bir ilişkisi olabilir onu kurmak lazım tabii.
Baha: Aynı zamanda bir akademisyensiniz. Özellikle üniversitelerde müzik eğitim alan öğrencilere iyi bir kariyer yolunda tavsiyeleriniz var mı?
Özgür Ulusoy: Seçeneklerini çoğaltmaya çalışmalılar diye düşünüyorum. Bir de esas işimiz diye bir şey vardır. Müzisyen camiasında bazen unutulabilir bu. Çok yetenekli insanlar birkaç işi birden yapayım derken esas işlerini kaçırabilirler. Akademisyenlerin, daha doğrusu akademide müzik öğretmeni arkadaşların müzik öğrenmek kadar akademide olmanın da ne demek olduğu hakkında fikirleri olması lazım. Evet, yani ben gidiyorum bir müzik kursunda haftada 20 saat ders alıyorumdan ne farkı var bunun, bir akademide müzik öğrenmenin. Burada da birtakım değişiklikler olsa gerek yani. İnsanın hayatını değiştirecek bazı şeyler olsa gerek. Bir de öte yandan şu çok başıma geldi. Şimdi somutlaştırayım da anlaşılmaz olmaktan kurtulayım.
Çocuk piyanist, zehir gibi de kafası var. Acayip iyi çalışıyor teoriye. Ben de teori hocasıyım, değil mi? Normal şartlarda “Oğlum tamam piyanoyu da yap da gel, teoriye iyi çalışıyor senin kafan, bunu çalışalım.” dememi beklersiniz. Ben öyle dememeyi tercih ederim çünkü bu arkadaşın asıl işi piyanist olmak. Esas işini yapamamış bir ruh haliyle teori çalışsa ne olur çalışmasa ne olur diye bakarım.
Furkan: Flu TV’deki Peyk konserinde eğitim ve yaratıcılık ilişkisine değiniyorsunuz. Eğitimin yaratıcılığı öldürülebileceğinden söz ediyorsunuz. Bu konuyu biraz açmak istiyoruz. Sizce yaratıcılığı öldüren şey kalıplar mıdır? Özellikle bu konuda müzik eğitimi alanlara tavsiyeleriniz var mı?
Özgür Ulusoy: Şöyle… Kaçınılmazdır bu. Tabii Flu Tv konserinden iyi oldu örnek verdiğiniz ama orada bir 10 saniye süre var ve en eğlenceli olanı bulup söylüyorsunuz yani. Oradaki hikaye o. Tabii ki kaçınılmaz biçimde yaratıcılığı öldürür önce. Sonra, üstünde yeterince vakit harcadığınızda yeni bir tür yaratıcılık sahibi olmuş oluyorsunuz. O zaman gerçekten benim imzam, bilinçli bir şekilde yarattığım iş diye sunabileceğiniz bir şey sahibi oluyorsunuz. Bu illa akademide okuyarak yapılmak zorunda değil ama illa üzerinde çok zaman harcayarak yapılmak zorunda. Öğrenmeye başladığınızda hani “cahil cesareti” azalıyor gitgide. “Yarı cahil” olarak uzun bir süre yaşıyorsunuz. Sonra öğrendikçe, öğrendikçe bu sefer bilgin değil ama “yarı cahilin” daha iyi öğrenmişi olarak kendi imzanızın nerede olabileceğini merak ediyorsunuz ama bu inanın kısa bir süreç değil yani. Evet başta öldürür, kesin. Böyle tam zaman vermek istemem ama bir beş altı sene bayağı sallanırsınız böyle, tabii. Ondan sonra da yavaş yavaş öğrendikçe, ha, bunu söyle yapınca daha doğru oluyor ki aslında gibi daha kristalize düşünebilmeye başlarsınız, sanat yönünü daha çok merak edebilmeye başlarsınız. Başta olduğunuzdan daha iyi bir noktaya geleceğiniz söylenebilir; ama bu zaman alan bir şey.
Baha: Kendinizi hangi ortamda müzik yaparken daha rahat hissediyorsunuz? Shne mi yoksa stüdyo veya ev mi ?
Özgür Ulusoy: Ev veya stüdyo. Sahnede rahat değilim ama bu benim tamamen kişisel şeylerimden kaynaklı. Artık bunu da iş olarak aldım ve geçenlerde hesaplamaya çalıştım 5000’in üzerinde sanırım sahneye çıktım. Onun için rahatım tabii ki sahnede de. Artık öğrendim neyin ne olması gerektiğini. Ama her şeye rağmen kafamda bir düşünce balonu oluyor böyle “Ne işim var lan benim burada!” İşimin gereklerine ters ve birçok müzisyen tarafından “Ne diyor lan bu!” falan diye alabileceğiniz bir şey söyleyeceğim şimdi. Ama böyle, ben böyle hissediyorum.
Bir çeşit ruh hastalığı gibi bir şey olduğunu düşünüyorum sahneye çıkmanın. Yani severek ve benimseyerek söylediğim bir şey de değil bu. 100 kişi var gidip daha yüksek bir yere çıkıyorsunuz “Bana bakın bir şey yapacağım.” diyorsunuz. Öyle de okunabilir sahneye çıkmak sonuçta. Orada ne yaptığınıza göre değişir, öyle diyeyim. Ya ama sorunuzun cevabı şu: Hem aslında ses seviyeleri elektrik cihazlardan uzaklığı vesairesi sebebiyle evde üretilmiş müzik, tahta gitara tırnağımızla, parmağımızla vurarak ve çıplak sesle şarkı söyleyerek, sadece keman çalarak filan yapılmış olan gerçek akustik müzik bana daha çok keyif veriyor galiba.
Furkan: Hem akademik kariyeriniz hem de sahne hayatınız var. Çok yoğun olduğunuzu tahmin ediyoruz. Zaman yönetimini nasıl sağlıyorsunuz?
Özgür Ulusoy: Çok zor sağlıyorum. Şu an 8 tane işim var, “tane”. Bunu böyle söylemem doğru mu bilmiyorum, internete açık bir yerde ama. Okul bir “tane” mesela. Peyk bir “tane”. O, kendi içinde bir sürü alt şeylere ayrılıyor. Dolayısıyla zaman yönetimini yapamıyorum, çok zor yapıyorum daha doğrusu. Ama acayip yardım aldığımı söyleyebilirim, hem elektronik cihazlardan hem çevremdeki insanlardan vesaire büyük yardım alıyorum. Eğer bu işler parayla ilişkili işler olsaydı, şimdi malum akademisyenim ben, dışarıdan gideyim para kazanayım falan öyle bir olayım yok. O zaman tabii çok mahçup durumlara düşebilirdim. Öyle.
Baha: Hocam son soruya geldik. 22 yaşındaki Özgür Ulusoy ile bugün mesela bir kafede karşılaşsanız ona neler söylersiniz?
Özgür Ulusoy: Önce bir onun kim olduğunu bir hatırlamam lazım. Ya çok tatlı bir yazı vardı ben bunu şeyden okumuştum siz de muhtemelen rast gelmişsinizdir. Ali Poyrazoğlu’nun köşesinde bir yazısıydı. 70 yaşına girerken bir sofra topladım diye başlıyor yazı. Kendi 20 yaşımı 30 yaşımı 40 yaşımı hepsini davet ettim diyor. Sofrada sonra kavga çıkıyor işte 20 yaşındaki 40 yaşındaki hâline sataşıyor. 50 yaşındaki “Susun bakayım siz.” diyor.
Yazının sonu da şöyle bağlanıyordu. “Aslında ben kendime kızgınım, ‘niye hiç tanımadığın adamları yemeğe davet ediyorsun?” diye.” Bu, tatlı bir yazıydı. Dolayısıyla bilmiyorum yani ne derdim. Genel olarak hayatımın gidişini seviyorum, mutluyum. Büyük hatalar yaparak, her gün yeni bir şey öğrenmeye çalışarak hayatımı devam ettiriyorum. Bu bağlamda akademide olmak da bana çok yaradı, rutin bir iş yerine. Bu yüzden de mutluyum. İnsanların beni akademisyen olarak adlandırdığı için akademik soruları bana yöneltmesinden de çok mutluluk duyuyorum. Bilmem anlatabildim mi buradaki şeyi. Dolayısıyla her ne hata yaptıysa affedilebilir bence. Yaptığı olumlu şeyler 46 yaşında hiç tanımadığı bir adama faydalı olacak şeylermiş. Bu açıdan pek bir sorunum yok 22 yaşımdaki halimle
Furkan: Hocam çok teşekkür ederiz, çok sağolun. Bizim için çok keyifli geçti, umarım sizin için de keyifli geçmiştir.
Baha: Teşekkür ederiz.
Özgür Ulusoy: Estağfurullah, ben çok teşekkür ederim. Herkese selamlar.
İlk Yorumu Siz Yapın